SAMARRA ULU CAMİİ: GÜCÜN TAŞLA YÜKSELEN SESSİZLİĞİ

MİMARİ

Çünkü büyüklük her zaman şatafat değildir; bazen sadece içerideki boşluğun büyümesidir

Bazı yapılar vardır ki, yüksekliği sadece taşla değil, niyetle ölçülür. Samarra Ulu Camii, çölün ortasında yükselen böylesi bir niyetin mimarisidir. Bir güç gösterisi değildir o; daha çok bir varlık beyanı, bir “biz buradayız” demenin taşla örülmüş hâlidir. Abbasi hilafetinin Şam’dan Bağdat’a, oradan Samarra’ya taşınan gölgesi, işte bu yapıda yeniden biçimlenir. Ve o biçim, bir minarede, ama alışılmışın çok dışında, bir spiralde hayat bulur.

Samarra çölün kıyısında, ama tarihin tam merkezinde bir şehir olarak inşa edildi. Hilafet burada geçici bir soluk, ama kalıcı bir iz bırakmak istedi. İşte bu yüzden Samarra Ulu Camii, İslam mimarisinde neredeyse hiçbir caminin sahip olmadığı ölçekte tasarlandı. 240×156 metrelik bir alana yayılan yapı, sadece bir ibadet mekânı değil; bir mekânsal manifesto idi. Caminin planı, sadelikte doruktaydı. Revaklar, mihrap, avlu... Hepsi tanıdık unsurlar. Ama hiçbir şey göz kamaştırmaz. Göze çarpan tek şey, o uzaktan bile görülebilen, döne döne yükselen spiralli minaredir1.

Bu minareye bakınca, dönemeçli bir yol görürsün. Her kıvrım, sanki bir hâkimin adımlarını; her dönüş, bir ümmetin yön arayışını simgeler. Spiral, İslam mimarisinde çok nadir rastlanan bir formdur. Ve bu formun Samarra’da kullanılması tesadüf değil; tam anlamıyla bir sembolik tercihtir. Abbasi halifesi Mütevekkil’in bu camiyi inşa ettirmesi, sadece bir ibadet yapısı kurmak değil, aynı zamanda Abbasi egemenliğini göğe kazımak anlamına gelir. Çölün düzlükleri içinde döne döne yükselen bir taş yapı… İşte bu, hem göze görünmek hem de gökten görünür olmak isteyen bir gücün hayalidir.

Ama bu yapı, sadece kudretin değil, aynı zamanda yalnızlığın da ifadesidir. Samarra, hilafetin merkezidir ama aynı zamanda sürgünüdür. Abbasi halifesi kendi halkından uzak, kendi vezirlerinden kuşkulu, kendi sarayında yalnızdır. Caminin devasa ölçeği, bu yalnızlığın bir tür yankısı gibidir. Çünkü büyüklük her zaman şatafat değildir; bazen sadece içerideki boşluğun büyümesidir. Samarra Ulu Camii’ne girdiğinizde, sizi ilk karşılayan şey sessizliktir. O sessizlik, taşların konuşmadığı değil, çok şey söylediği bir sessizliktir.

Bu camideki mimari, işlevden çok izlenim üretir. Caminin içinde kaybolmak kolaydır; çünkü mekân neredeyse bir labirent gibi sürekli tekrar eden sütunlarla örülmüştür. Burada yön bulmak kadar yönelmek de zordur. Ama işte bu karmaşa, İslam mimarisinin erken döneminde yeni bir şey dener: bir his bırakmak. Ve bu his, her zaman huzur değil; bazen hayret, bazen ürperti, bazen de içe dönen bir tefekkürdür.

Minareye geri dönelim… Bu spiral kule, Mukarnas’ların estetiğinden, Selçuklu’nun matematiksel süslemelerinden çok önce; sade, ama şaşırtıcıdır. Minare, yukarı doğru çağırır. Ama bu çağrı, sadece müezzine değildir. Aynı zamanda gökyüzüne, belki Allah’a, belki de iktidarın kendi yüksekliğine bir sesleniştir. O spiral form, bazen sonsuza çıkacakmış gibi gelir. Ve bu çıkışta insan, kendi sınırlarını hisseder. Minarenin tepesine çıktığında görülen manzara, çölden ibarettir. Ama asıl manzara, içe açılır: “Bu yükseklik neye yarar, eğer içinde tevazu yoksa?”

Zamanla cami yıkıldı. Duvarlar çöktü, revaklar kayboldu, kubbeler eridi. Ama o spiral minare, hâlâ ayakta. Adeta her şeye rağmen “ben buradayım” diyor. Oysa yanında artık cemaat yok, ezan yok, hatta cami bile yok. Sadece taş var. Ama bu taş, sadece bir mimari kalıntı değil; bir hafıza taşıdır. Çünkü İslam mimarisi, bazen biçimle değil, geriye kalan izle yaşar.

Samarra Ulu Camii’nin yokluğu, bize mimarinin ne olduğunu yeniden hatırlatır. Bir cami, sadece ibadet için değil; bir çağrı, bir duruş, bir zihin haritası olarak da vardır. Ve bu cami, İslam tarihinin karmaşık bir döneminde, taşla dua etmek isteyen bir toplumun sessizliğidir. Yüksek sesle değil; spiral bir inatla, kıvrıla kıvrıla Allah’a yönelmek ister.

Bugün o spiral minareye bakan biri, sadece bir mimari biçim görmez. Aynı zamanda bir soru görür: “Yükselmek için döne döne çıkmak mı gerekir? Yoksa yükselmek, geride bir iz bırakmak mıdır?”

Belki cevap o çölün sessizliğindedir.

Alıntı

  1. Jonathan M. Bloom, Minaret: Symbol of Islam, Oxford University Press, 1989.

Davut Ufuk Erdoğan

Davut Ufuk Erdoğan
Davut Ufuk Erdoğan

Mimarlık / Tarih / Sanat Felsefesi / Kamu Yönetimi

Yorum Yaz