İBN TÛLÛN CAMİİ: TAŞTA SERBEST BİR HATIRANIN KIVRIMI

MİMARİ

Caminin en ayırt edici yanı belki de onun mütevazı kudretidir. Büyük iddiaları olmayan ama taşıdığı şeyi saklamayan bir yapı. Kibirli değil ama özensiz de değil. Burası, “ibadetle büyüyen mekân” fikrinin en zarif örneklerinden biri.

Bazı yapılar, doğrudan konuşmaz; önce seni yürütür, yönünü şaşırtır, sonra da seni kendi içinde bir kıbleye döndürür. İbn Tûlûn Camii, işte böyle bir yapıdır. Kahire’nin gölgelerinde değil, onun kökünde yükselmiş; sadece taşla değil, bir iddiayla örülmüştür. Bu iddia, ne daha önceki Abbâsî merkezlerin gölgesinde kalmak, ne de Roma’nın hayaletiyle mücadele etmekti. Bu cami, her iki dünyanın izini taşıyarak ama her ikisini de aşarak, kendi yerini kurmuştur.

Mısır, Abbâsî hilafetinin merkezi Bağdat’a uzak ama etkisi altındaki bir eyaletti. Ancak İbn Tûlûn, bağımsızlaşma arzusunu sadece siyasetle değil, mimariyle de ilan etti. Bağdat’ın dikte ettiği merkeze alternatif bir odak yaratmak gerekiyordu. İşte bu yüzden cami, yalnızca ibadet için değil; bir merkez kurma eylemi olarak inşa edildi. Ve bu merkez, Kahire’nin henüz doğmamış kalbine, alçak ama kararlı bir kubbe gibi yerleşti1.

İbn Tûlûn Camii’ne girdiğinde ilk his, genişliktir. Daralmayan, sıkıştırmayan, insanı buyurgan bir mimariyle terbiye etmeyen bir açıklık. Avlu büyüktür, revaklar uzundur, duvarlar kalındır ama tehditkâr değildir. Tuğla kullanımı, bölgenin iklimi kadar siyasi niyeti de yansıtır: kalıcılık değil, iz bırakma arzusu. Çünkü bu cami, bir imparatorluk binası değil; bir geçişin mimarisidir. Ne tam Abbâsî, ne tam Fatımî. Ne sadece doğulu, ne tam anlamıyla yerel. Ama hepsinden bir şey taşıyan; hepsini içine alarak ama hiçbirine teslim olmadan duran bir yapı.

Minareye bakıldığında, alışıldık değil, dönüktür. Spiral bir rampa ile yukarı çıkar. Bu, belki de Abbâsî Samarra’sına doğrudan bir gönderme, ama biçimsel bir tekrar değil; yerel bir yorumdur. Her mimari öge, bir yerden alınmış gibidir ama yerleştirildiği yerde yeniden düşünülmüştür. Bu cami, mimari taklit değil, mimari düşünmedir. Ve bu düşünce, ibadeti sadece yönelmek olarak değil, aynı zamanda mekânla ilişki kurmak olarak okur.

Caminin en ayırt edici yanı belki de onun mütevazı kudretidir. Büyük iddiaları olmayan ama taşıdığı şeyi saklamayan bir yapı. Kibirli değil ama özensiz de değil. Burası, “ibadetle büyüyen mekân” fikrinin en zarif örneklerinden biri. Taşlar seni yukarı kaldırmaz; seninle birlikte yere eğilir. Çünkü buradaki mimari anlayış, Allah’a yakınlaşmayı yükseklikle değil, yakınlıkla arar. Bu yüzden kubbeler öylesine iddiasız, ama öylesine yerinde durur.

Bugün Kahire’nin gürültüsü içinde kaybolmuş gibi dursa da, İbn Tûlûn Camii hâlâ kendi zamanı içinde var olmaya devam eder. Avlusunda yürüdüğünde, ne sesler ne gölgeler seni rahatsız eder. Bu yapı, şehirden bir kopuş değil, şehri hatırlamaktır. Çünkü bu cami, şehri merkezinden kurmaz; onu çevresinden inşa eder. Ve bu çevre, bir tefekkür alanıdır.

İbn Tûlûn Camii, İslam mimarisinin tek sesli olmayan nadir yapılarındandır. Sütunları tek değil, çift anlamlıdır. Sadelik, yoksunluk değil, bilinçli bir tercihtir. Planı, basit gibi görünür ama onu anlamak için sadece göz değil, zaman duygusu gerekir. Her adımda tekrar eden mimari öğeler, sadece estetik değil; zihinsel bir ritim kurar. Caminin içinde yürümek, aslında bir hatırlama biçimidir.

Ve belki de bu yüzden bu yapı, bir dönemin değil, bir geçişin camisi olarak kalır. O geçiş, sadece siyasi ya da estetik değildir. O geçiş, mimarinin kendi kimliğini aradığı bir aralıktır. İbn Tûlûn Camii, tam da bu aralıkta inşa edilmiştir. Ve o aralık, yalnızca mimarî bir boşluk değil; bir düşünce nefesidir.

 

Alıntı

  1. Sheila Blair – Jonathan Bloom, The Art and Architecture of Islam 1250–1800, Yale University Press, 1994.

Davut Ufuk Erdoğan

Davut Ufuk Erdoğan
Davut Ufuk Erdoğan

Mimarlık / Tarih / Sanat Felsefesi / Kamu Yönetimi

Yorum Yaz