İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
İlim Yolunda Sabır - Abdülfettah Ebu Gudde
(1.Kısım)
Peygamberimiz’in (s.a.v.) doğduğunda mucizeler meydana gelmişti. O, diğer insanlardan çok farklı bir varlıktı. Dedesi O'nu görür görmez, O'nun büyük bir insan olacağını anladı. Nebimiz doğuştan asil bir yavrucaktı ve büyüdüğünde de âleme rahmet oldu. Çölleşmiş kalpleri havz-ı kevserden adeta suladı. Mekke mucizeler şehriydi. Hz. Hacer, suyu Safa ile Merve tepeleri arasında bulmuştu. Allah, O’nun çabasına suyu nasip etmişti. Mekke mucizeler şehriydi ve dârü’l-bidat olan bu bölgeyi önce dârü’l-İslam ve akabinde de dârü’l-ilm eyledi Peygamberimiz (s.a.v.).
İslam’da ilim serüveni ilk insan Hz. Âdem ile başlamıştı. Babamızın cennetteki durumuna dair bir bilgimiz yok ama cennette de yasak elmayı yememenin bilgisini Rabbimiz vermişti. Bunu da belki faydalı bir ilim olarak telakki etmek mümkündür. Çünkü Hz. Ali’nin perspektifinden bakıldığında “bir harf” bile değerli ve ilim addedilmeye değerdir diyebiliriz.
Peygamberimiz (s.a.v.) daha küçükken büyük adam olacağı belliydi, âmiyane tabirle. Abdülfettah Ebû Gudde Hocamız da doğduğunda babaları o gün 1000 adet kumaş satıyorlardı. Allah’ımız, Onlara bu kadar bereketli bir şey verdiğinden Hocamıza Abdülfettâh ismi veriliyor. Adeta O’nunla birlikte bereket de dünyamıza gelmiş oldu. 70’e yakın kitap kaleme alan Hocamızın kitapları defalarca baskı yaptı ve kendisi de bereketli bir hayat yaşadı, hamdolsun.
Hz. Âdem hem cennette hem de bu dünyada ilim peşinde oldu. Rabbimizden uzun yıllar affedilmeyi diledi. Nasıl affedileceğini öğrenmek istedi. Bir eş aradı ve O’na nasıl ulaşabileceğini öğrenmek istedi. İlim bilmek ve aramak ise Hz. Âdem için bunları pekâlâ söyleyebiliriz. O’nun aradığı salt dünyevi şeyler değildi. İlk insan olarak Rabbimiz O’na isimleri öğretti.
İlk insanı da içine alan İslam dininin mensuplarıyız. İslam dini ayrıca kitabi bir dindir. Yahudilere, Hristiyanlara ve Müslümanlara kitaplar verilmiştir. Bu kitapları okumamız ve O’na göre hayat sürmemiz istenmiştir. Okuyamasak bile dinlememiz ve dinin gereklerini öğrenmemiz gerekmiştir. Dolayısıyla dinler içlerinde bir felsefe barındırır ve anlaşılması gereken bir hayat tarzıdır. Güzel Kur’an’ımızın ilk emri ise “Oku”dur. Ama “Yaratan Rabbinin adı ile oku” demiştir. Orada da “Rabbin” demiş ve bizlerle âcizane samimi bir iletişim kurmuştur. Bize yani “Sen” diyen Yüce bir Rabbimiz var. Hiçbir şey demeseydi de bize “Sen” bile deseydi, iyilik manasında bunu idrak edebilseydik, Rabbimizin “biriciği” olduğumuzu bence anlardık.
İlk insanların boyu uzundu. Peygamberimiz’in (s.a.v.) dönemine kadar boylarımız azaldı ve ideal boya Efendimiz (s.a.v.) döneminde ulaştık. İlimde de sahabelerimiz zirve oldular ve bizlere gelene kadar da ilim iştiyakı azaldı. Bunu bir görüş olarak bu şekilde serdetmek istedim. Teşbihte hata olmamasını Rabbimden temenni ediyorum. Hz. Ali (r.a.) Efendimiz, “Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum,” dedi. Peygamberimiz, savaş esirlerinden, Müslümanlara okuma yazma öğretmelerini istedi. Müslümanları öldürmeye gelmiş müşriklerden dahi ilim öğrenilmesini uygun gördü Peygamberimiz (s.a.v.). Çünkü ilmin ne kadar değerli olduğunu ve Müslümanın yitik malı olduğunu söylüyordu. Belki müşriklerden Müslümanları öldürenler oldu, buna rağmen onlardan ilim alınmasını Peygamberimiz (s.a.v.) uygun gördü. Bunlar Müslümanların akrabaları da olsa, İslam’ı boğmak için geldiklerini unutmamak lazımdır. Sadece bu olay incelendiğinde hakikat anlaşılamasa da ilk önce Efendimiz (s.a.v.) fidyeyi kabul etmiş ve fidyesi olmayanlardan böyle bir yöntem izlemiştir.
Değerli Peygamberlerimizden Hz. Musa’nın Hızır ile bir yolculuğu bulunmaktadır. Hz. Musa, Hızır’dan ilim öğrenmek istemiştir. Hz. Musa “Ben peygamberim ve benim ilim öğrenmeme gerek yok,” dememiştir. Hızır ile yola çıkmak ve O’nun bilgisinden faydalanmak istemiştir. Bizler ise daima “bilmiyorum,” diyerek bilgiler öğrenmeye devam etmeliyiz. Bir alanı “biliyorum” dediğimizde daha öğrenme ihtiyacı duymayız ve bilgilerimiz eksik ve güncel dışı kalır.
Eskiden insanlarımız kul hakkına çok dikkat ederlerdi. Bir gün bir kişinin kafasına evden tuğla düşüyor ve ev sahibi, “Diyet mi istersin yoksa 300 hadis mi?” diyor. Bugün bu durumun bizim başımıza geldiğini düşünelim. O dönemlerde en önemli şey bir insan için ezberindeki ve kitaplarındaki hadis idi. Efendimiz’in sözleri için 45 yıla varana kadar rıhleler (yolculuk-seyahat) yapılıyordu. Bir bölgede oturup ilim öğrenmek tavsiye edilmiyordu. Olabildiğince fazla hocadan ders almaya çalışıyorlardı. Bugün bu ilimler bizlere gelebildiyse, atalarımızın yaptığı o yoğun ve insanüstü çabaların yeri farklıdır. Onların o günkü çabaları olmasaydı, belki dinimiz bugünleri göremeyecekti. Rıhle yaparken çok büyük tehlikelerle karşılaşıyorlardı. Gemisi batan, şehit olan, kitapları suyun dibini boylayan, kurtların yediği kitaplar, sel basan kitaplar ve daha nice felaketler oluyordu. Atalarımızın yaptığı o çabalar olmasaydı bugün bu kadar zengin bir araştırma alanları olmazdı. Bizden öncekilerin yaptığı çalışmalar olmadan, bugün bir makale dahi yazamıyoruz. Dolayısıyla kadim ulemamızın kıymetini de bilmeliyiz. Bir fakih esir alınıyor ve bedeviler tarafından deve çobanı yapılıyor. Şeyhin evlenme töreni gelinceye kadar da kendisini açığa vurmuyor. Çok çilelerle dolu ömürler geçirdiler, Rabbim hepsinden razı olsun. Lakin o dönemin bedevileri bile ilmin kıymetini biliyorlarmış, bu anlaşılıyor.
Âlimler binlerce hocadan ders alıyorlar. Bugünkü medya çağında bile belki profesörlerimiz dahi binlerce kişiden ders alamıyor. O dönemde 2 bin ve 3 bin kişiden icazet ve ilim alanlar oluyor. Lakin bugün iletişim çağında ders aldığımız hoca sayısı birkaç yüzü zor buluyor. Ebû Gudde Hocamız onların azmini şöyle anlatıyor:
“Çölleri ve susuz yerleri katetmeyi arzu ve hevesle yaşamaya tercih ettiler. İlim ehline ve hadis ilmine yakın olduklarında yolculuklardaki sıkıntıları nimet bildiler. Hadis ve rivayetlerin cem’ edildiği yerde eski elbiseye ve kırıntıya kani oldular. Mescitleri ev, sütunları dayanak, hasırlarını yatak yaptılar. Dünyayı bütünüyle arkalarına atarak aşlarını yazıya, gece sohbetlerini sema’ ve nakle, istirahatlerini müzakereye, misklerini mürekkebe, gecelerini gündüze, közlerini ziyaya, yastıklarını taşa çevirdiler. Âli isnadın olduğu yerde karşılaşılan tüm zorluklar onlar için rahatlıktı. İstediklerine ulaşamamalarının yanında rahatlık da onlar için sıkıntılıydı! Akılları sünnetin hazzıyla dolup taşmıştı. Gönülleri de her hâllerine tam bir rıza içindeydi. Sünneti öğrenmek onların mutluluğu, ilim meclisleri neşeleri, ehl-i sünnet bütünüyle kardeşleri, inkârcılar ve ehl-i bid’at da tamamıyla düşmanlarıydı.” (Ebû Gudde, 2022, s. 105)
Onların da ilim öğrenmeleri kolay değildi. Bizden avantajlı oldukları alan, dikkat dağıtıcıların az olmasıydı. Lakin ilim öğrenmek o dönemde çok zordu. Ailesini geçindirmek ve evlenmek istediklerinde bunu başaramıyorlardı. O yüzden eskiden birçok âlim bekâr kalmıştır. Günümüzde ilime ulaşmak kolay iken dikkat dağıtıcılar çok fazladır. Âlimlerimiz bu dikkat dağıtıcılardan kurtulmak için gurbete çıkmayı düşündüler. Bir insanı çalışma hayatı kadar belki de gurbet yorar. Vatan hasreti ve doğduğu topraklar insanları çekerler. Filistin’de yaşamış olanlar örneğin Filistin’i bir daha unutuyorlar mı? Mümkün değil ve yaşanılan ve sadece görülen bir yeri unutmak için bile bir ömür az gelebiliyor. Mekke’yi gördüğümüzde orasını bir daha asla unutamıyoruz. Bir ömür değil, bin ömür de unutmaya yetmiyor. İstanbul, Kudüs ve Medine gibi şehirlerimiz de bu misaldendir.
Fuat Sezgin Hoca, Müslümanların ilim aşkıyla ilgili şunları söylemektedir:
“İslam’ın erken döneminde Araplar, manevi uyanış havasına ve zaferlerden doğan güvenlerine paralel olarak güçlü bir bilgi susamışlığıyla doluydular; böylelikle öğrenmeye tutkun ve yabancı unsurları almaya hazır hâldeydiler.”
İlime o kadar iştiyak duyuyorlar ki rıhle yaparken binekleri dahi yok ama yürüyerek gidiyorlar. Günümüzdeki bazı insanlarımızdan farkları onların ilim öğrendikten sonra memleketlerine dönmeleridir. Memleketlerini tenvir etmekle yani aydınlatmakla da özel olarak uğraşıyorlar ve çaba gösteriyorlar. Meşakkatli olan ilimden yaşlılık gibi sebeplerle ayrıldıklarında da şöyle içli içli şiirler okuyorlar:
“Ne elim ne ayağım tutar oldu bak şimdi,
Kâğıt kalem dostumdu bırakıp gitti beni.
Elif elif dokur insanoğluna ilmini,
Elemim yoktu yazardım ciltlerce eseri,
Bil ki, ilim ancak âmil olanın sevinci,
Amelsiz ilim olmaz kemeselilhimari
Bir de ilim, sahibinin hüsnü ve şerefi,
Âmil olsa talebe ilim olur âlemi.
Daima istediğim ve yazıp durdum ben ilmi,
Bir kemikle bir deri olana dek pir-i fani.” (s. 102)
Binekleri olmadan yürürken de şu şiir adeta şiarları olmuş durumdadır:
“Yürümene bak bıraksa da seni yolda vasıta,
Allah verir ecrini bil ki sen gidersen yolunda.”
Kendileri adeta dağları sırtlarında taşıyor, geçilmez yolları aşıyorlardı. Bununla birlikte yaptıklarını yeterli bulmuyorlardı. Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği rivayet ediliyor:
“Ahmed b. Hanbel, Kûfe’den gelirken içinde kitap bulunan bir torba ile uğradı. Elinden tutarak, ‘... Bir kişi otuz bin hadis yazdığında bu ona yetmez mi?’ dedim ve sükût etti. Sonra, ‘Altmış bin yazsa?’ dedim, yine sükût etti. ‘Yâ yüz bin?’ dediğimde, ‘O zaman bir şey bilmiş olur.’ diye cevap verdi. Ahmed b. Menîğ yine der ki: Baktık ki, Ahmed b. Hanbel Behz b. Esed ve Affân b. Müslim’den üç yüz bin hadis yazmış.” (s. 123)
Rahata ve rehavete asla kapılmamaya çalışıyorlar bu hadisleri öğrenirken. Taberânî çok hadis rivayet ediyor ve ona bununla ilgili sorduklarında:
“Otuz sene boyunca hasır üzerinde uyumuştum,” diyor.
Bunun gibi birçok fedakârlık gösteriyorlar eski ulemamız. Ebû Gudde ise bunları bizzat okuduğundan günümüz talebelerini eleştiriyor ve onların bu hâlinden Allah’a sığınıyor. Kaleminden okuyalım:
“En rahat, en dinç ve zihinlerinin en açık vakitlerinde, yazın serin, kışın sıcak sınıflarında elli dakikalık dersten çıkmak için bir an önce zili bekleyen ve sınıftan birbiriyle yarışarak çıkan bu asrın talebelerinden Allah’a sığınırız. Sanki yangından kaçıyorlar ya da zâlim bir katilin esaretinden kurtuluyorlar!” (s. 138)
Talebelerimiz bu şekilde davranırken Ebû Gudde kitabını yazmaya devam etmiş. İki tür en üst hayatta zevk bulunur diyor. Bunlardan birisi ilim iken diğeri de evliliktir. Ebû Gudde’nin kalemiyle bu ifade şöyle zikrediliyor:
“Hazların tümü hissî ve aklî niteliktedir. Hissî hazların son noktası ve en üst seviyesi evliliktir. Aklî olanların nihai noktası da ilimdir. Dünyada kimin için bu iki hedef hâsıl olursa o nihai hedefe nail olmuş demektir.” (s. 144)
Kulaklarımıza küpe olması gereken mevzulardan birisi de fakirlik algımızdır. Evet bir insan fakir olabilir ama bununla birlikte bu, onun için iyi veya kötü bir durum arz ediyor olabilir. Ebû Gudde Hocamız fakirliği iki çeşide ayırıyor ve olumsuz ve olumlu fakirlik vardır diyor. Olumsuz fakirliği ilk önce onun kaleminden okuyalım ve ikinci olarak da olumlu fakirliği onun kaleminden okuyalım.
“Birincisi, keder ve üzüntü, evlât ü iyâl çokluğu, kalbin kırılması gibi insanın yakasına yapışan ve nefesini kesen fakirlik illetinden zihnin altüst olduğu durumdur ki bunu, denildiği üzere menfi (olumsuz) fakirlik olarak ifade edelim. Bu fakirlik zihni dağıtır, zekâyı öldürür ve susuz kalan yemyeşil ağaçlar gibi bu hâlin bulunduğu kişi de solgunlaşır. İmam Şâfiî’nin ifade ettiği fakirlik bu türdendir. İleride geleceği üzere İbrahim en-Nazzâm’ın başına gelen fakirlik de aynı şekilde bu türdendir.”
“İkincisi ise insanın fakir fakat meşakkatınin hafif olduğu ve Allah’a gönülden bağlandığı, fakirliğin ancak dış görünüş ve giyim itibarıyla kişide etkisini gösterdiği durumdur. Bu kişinin düşünceleri ise yerli yerinde, parlak, sabit ve topludur. Bunu da yine denildiği üzere müspet (olumlu) fakirlik olarak isimlendirelim. Bu, henüz hayatın başında olan ilim talebesi açısından bir nimettir. Öyle ki, dünya onu kendi meşguliyetine ve cazibesine çekemez. Şüphesiz ki, dünyadan az istifade etmek, ilmi akılda tutmayı ve tahsili pekiştirir.” (s. 150)
İbrahim Ethem Hazretleri de şöyle bir şiir okumuştur:
“Her ne zaman acıktımsa set çektim önüne,
Çeşit ne bilmedim, kâni oldum tek öğüne.” (s. 151)
O kadar fakirlik yaşayanlar oluyordu ki marul yaprağından başka bir şey dahi bulamıyorlardı. Lakin ilmin bize kadar gelebilmesi ve ilimde derinleşebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyorlardı. Onlarla ilgili birkaç kıssayı ise gelin dinleyelim:
“... Bâkî b. Mahled ile ilgili olarak şunlar ifade edilir: Yürüyerek dünyanın dört bir yanını dolaşmıştır. Zehebî şunu nakleder: Bâkî şöyle diyordu: ‘Ben bir kimse biliyorum ki, talebeliğinden günler geçiyordu da marul yaprağı kalanından başka yiyeceği olmuyordu.’ Yine onunla ilgili şu söylenir: O, bin gün talebelerine şöyle dedi: Sizler mi ilim talibisiniz? İlim böyle mi istenir? Sizden her biriniz bir uğraşınız olmadığı zaman, ‘ilim hadis dinliyorum’ diyorsunuz. Ben bir kişi biliyorum ki -kendisini kastediyorum- ilim öğrenirken günler geçiyordu da insanların attığı marul yaprağından başka yiyeceği olmuyordu. Yine ben kâğıt almak için birkaç defa şalvarını satan bir adam bilirim. Sonunda Allah kendisini o geride bıraktığı durumdan ilmî mertebeye ulaştırmıştır.”
“Yine daha önce değindiğimiz Ebû Hâtim Muhammed b. İdris er-Râzî’den şöyle dediği nakledilir: ‘214 senesinde Basra’da sekiz ay kaldım. İçimden orada bir sene kalmak geçiyordu fakat param tükendi. Bunun üzerine peyderpey elbiselerimi satmaya başladım. Sonunda yine parasız kaldım. Ardından bir arkadaşımla şeyhleri dolaştım ve akşama kadar onlardan hadis dinledim. Arkadaşım ayrılınca bomboş eve geldim ve açlıktan su içmeye başladım!’” (s. 185)
Bütün bu yazılanlar atalarımız ile ilgili. Bir gün kendimizden bahsedeceksek bizi yaratan Allah’tan, dünyaya getiren anne babamızdan ve ilim yolunda kitaplarını okuduğumuz âlimlerden bahsetmeden tam bir bahis yapamayız. Hz. Ali, “Gerçek yetim anne babası olmayan değil, akıl ve ahlaktan yoksul olandır,” der. Bu güzel cümleyi şöyle söylemek haddim olmayarak istiyorum: Gerçek yetim, ilim yetimleridir. Nice atalarımız ilmi pâyidar kılmıştır da o ilmi öldürmüşüz, kendimiz de yetim kalmışızdır. Çünkü Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.
Bahsedeceksen hadisten ve ilimden
Başlat lafı atandan ve ceddinden
Aynı kitaptan alıntılanmış "İlim İle İlgili Şiirler" yazısını okumak için tıklayınız
Ozan Dur
Yorum Yaz