İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Ortadoğu’yu, özellikle tarih ve dil alanlarında da yetkinleşerek, on yılı aşkın bir süredir araştıran bir araştırmacı olarak, bu bağlamda âcizane fikirlerimi paylaşmak istedim. Zira bu metin, gelen bir soru üzerine kaleme alınmıştır.
Ortadoğu çalışmaları genellikle Uluslararası İlişkiler disiplini kapsamında değerlendirilen bir alandır. Ancak bu alanı sadece Uluslararası İlişkiler perspektifiyle sınırlamak yeterli değildir. Diplomasi, dış politika, güvenlik, strateji, tarih, jeopolitik, coğrafya, bölge dilleri ve diğer pek çok disiplinle birlikte ele alınması gerekmektedir. Bu alanlardan birinde derinlemesine uzmanlaşmakla birlikte, diğer alanlarda da temel düzeyde bilgi sahibi olmak oldukça önemlidir. Yani, hem kendi alanında yetkin bir araştırmacı olmak hem de diğer ilgili disiplinlerin temel kavramlarına hâkim olmak gereklidir. Özellikle güvenlik ikilemi gibi temel kavramlar, ülkelerin dış politika yönelimleri, jeopolitik hedefleri, ekonomik kaynakları ve demografik yapıları gibi konularda yüzeysel de olsa bilgi sahibi olmak elzemdir. Örneğin, Yemen nüfusunun yaklaşık %80’inin yoksulluk sınırının altında yaşamasına rağmen, coğrafi konumu nedeniyle İsrail’i rahatsız edebilmesi, bu bağlamda anlamlıdır.
İbn Haldun’un şu tespiti oldukça dikkate değerdir:
“Çeşitli halkların âdetlerinde ve fikirlerinde dikkat çeken farklılıklar, onlardan her birinin kendi geçimini sağlayış tarzına bağlıdır.” [1]
Bu tespit, iş olanaklarının da coğrafyadan bağımsız değerlendirilemeyeceğini ortaya koyar. Dolayısıyla, iklim ve coğrafya, bir ülkenin doğru analiz edilmesinde merkezi öneme sahiptir.
Ortadoğu, canlı ve hızlı değişen yapısıyla sürekli takip edilmesi gereken bir araştırma sahasıdır. Bu bağlamda, ilgi alanına göre gündelik basın taraması yapmak ve düşünce kuruluşlarının yayınlarını düzenli olarak takip etmek önem taşımaktadır.
Uluslararası İlişkiler perspektifinden bu alana giriş yapmak isteyenler için çeşitli temel kaynaklar mevcuttur. Ayrıca Türkiye ve Osmanlı tarihine dair genel eserlerin yanı sıra, Osmanlı’nın Ortadoğu ve Arap dünyasıyla ilişkilerine dair kaynaklar da tarih disiplini açısından önemlidir. Uluslararası İlişkiler disiplini modern döneme yoğunlaşırken, tarih bilimi daha eski dönemleri de kapsama imkânına sahiptir. Diplomasi de tarih gibi kadim bir bilgi alanı olup, geçmişte hasım devletler arasında sağlıklı bir ticaretin mümkün olmaması nedeniyle doğal kaynaklara ulaşımın ancak fetih veya işgal yoluyla sağlanabildiği bir dönemin bilgisini içerir. Bu yönüyle savaş ve diplomasi, tarih boyunca kritik roller üstlenmiştir.
(Bkz. https://www.ilimvemedeniyet.com/uluslararasi-iliskiler/uluslararasi-iliskiler-ogrencilerine-kitap-onerileri)
(Bkz. https://www.ilimvemedeniyet.com/uluslararasi-iliskiler/uluslararasi-iliskiler-ogrencilerine-kitap-onerileri-2)
Yukarıdaki iki yazıda bazı temel kaynaklara ilişkin kitap listeleri yer almaktadır.
Ortadoğu’da başat aktörler arasında Türkler, Araplar, Farslar ve Yahudiler yer almaktadır. Mısır, Türkiye, İsrail ve İran bölgenin oyun kurucu ülkeleridir. Bunlara son dönemde Suudi Arabistan da eklenmiştir. Suudi Arabistan’ın güçlü bir ordusu bulunmamakla birlikte, ekonomik gücü sayesinde çeşitli alanlarda nüfuz kurabilmiştir ve Arap dünyasının liderliği hususunda Mısır ile rekabet içerisindedir. Mısır’ın siyasi ve askeri etkisinden ziyade, kültürel etkisi daha yaygındır. Mısır Arapçası, Arap dünyasının büyük bölümünce anlaşılmakta ve Mısır, kadim bir medeniyetin mirasçısı olarak görülmektedir. Tarihsel köklere sahip olan Körfez ülkelerinden Umman da bu bağlamda dikkate değerdir. Arap devletleri Osmanlı döneminde tek bir yapı altında bulunmaktayken, Osmanlı sonrası süreçte 22 ayrı devlete bölünmüştür. Bu devletlerin büyük çoğunluğunun sınırları cetvelle çizilmiş olup, ekonomik kaynakların küçük bir azınlığın elinde toplanması, yapısal eşitsizlikleri derinleştirmiştir. Bu durum, güçlü bir Müslüman ülkenin ortaya çıkmasını da engellemiştir. Örneğin 100 milyonu aşan nüfusuyla Mısır, ciddi ekonomik sorunlarla boğuşurken, birkaç milyonluk bazı Körfez ülkeleri aşırı zenginlik içerisindedir.
Osmanlı’ya en olumlu yaklaşan Arap ülkelerinden biri Cezayir’dir. Buna karşılık birçok Arap ülkesinde, Osmanlı’nın Arap dünyasını geri bıraktığı yönünde olumsuz ve önyargılı bir söylem yaygındır. İsrail ise seküler bir Türkiye hayali kurmaktadır. Çünkü İslami referanslara sahip yönetimlerin İsrail ile sağlıklı ilişkiler kurması güçtür. Sekülerlik aynı zamanda Batı yanlısı bir çizgi anlamına geldiğinden, İsrail de bölgedeki Batı yanlısı eksenin devamını desteklemektedir. İran ise “ne Doğu ne Batı” söylemine rağmen günümüzde Çin ve Rusya ile stratejik iş birliklerine gitmek durumunda kalmıştır.
Bu ülkelerin her birinin kendine özgü jeopolitik dinamikleri vardır. Dolayısıyla en az iki haftalık bir saha ziyareti ve gözlem süreci büyük fayda sağlar. İran’da İsfahan, Şiraz, Tahran ve Tebriz mutlaka görülmelidir. Persepolis ve Kasr-ı Şirin gibi tarihî mekânlar gezilmeli; Sâdi ve Hâfız’ın türbeleri ziyaret edilmelidir. İran’da “taaruf” kültürü mutlaka anlaşılmalı, seyahatten önce sağlam bir tarih bilgisi edinilmelidir. "Âre", "Bêli", "Destitun Derd Nekone" gibi ifadeler duyulmalı ve anlamlandırılmalıdır. İran’da yöresel yemekler tadılmalı, coğrafyası dikkatle gözlemlenmelidir. İran’ın para birimleri olan tümân ve riyal öğrenilmeli, Farsça sayılar en azından temel düzeyde bilinmelidir. Sokaklarda trafik lambalarının eksikliği, kitap kültürüne verilen önem ve "fal" geleneği gibi toplumsal pratikler dikkat çekicidir. İran toplumu, kültürel ve entelektüel olarak yüksek bir seviyede olup, eğitime ve bilgiye değer vermektedir. Camdan yapılan camiler ve pek çok farklı yapı ile karşılaşmak mümkündür. Dolayısıyla Ortadoğu uzmanı olmak isteyen biri için İran’ı görmek ve Farsçayı en az B1 seviyesinde bilmek şarttır.
Kudüs, Ortadoğu’daki tüm meselelerin özünde yer almaktadır. Kudüs’teki Eski Şehir’de Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler arasında dolaşmadan İsrail sorununu kavramak oldukça zordur. “Tel Aviv eğlence için, Hayfa güzel yaşamak için, Kudüs ise ibadet için vardır” söylemi ancak sahada gözlemlenerek anlaşılabilir. Türkiye’deki bir ilden küçük olan Filistin’in bu kadar önemli olmasının nedenlerini, ibadet mekânları ve dinî boyutlar bilinmeden kavramak mümkün değildir. Hz. Ömer Mescidi, Kıyamet Kilisesi, Mescid-i Aksâ ve Ağlama Duvarı gibi kutsal mekânları özümsemeden Ortadoğu’nun anlaşılması da, bu alanda uzmanlaşılması da mümkün değildir.
Göz ardı edildiğini düşündüğüm dört temel alan vardır: din, dil, medeniyet ve gelenek-görenek.
İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamların ardında dini, milli ve ideolojik boyutlar yer almaktadır. Bu bağlamda dini boyutu mutlaka dikkate almak gerekir. Yahudiler kendilerini seçilmiş bir ırk olarak görmektedir. Kur’an-ı Kerim’de de buna gönderme vardır: “Sizi bir zamanlar âlemlere üstün kıldık.” (Faddaltukum ale’l-âlemîn). Yahudiler bu tarihsel anlatımı günümüz ideolojisine dönüştürmüşlerdir. Aynı zamanda Kur’an, onların “aşağıların aşağısına düşürüldüğünü” de belirtmektedir. Dolayısıyla dinî boyut göz ardı edilmemelidir.
İran’ın kadim dini Zerdüştlük ile Hindistan’daki Hinduizm arasında dikkat çekici benzerlikler mevcuttur. Dil bağlamında ise Farsçanın Hintçe ve Urduca ile olan ilişkisi üzerinde durmak gereklidir. Farsçanın yüzyıllar boyunca Hindistan’da konuşulan bir dil olduğunu bilmeden, sağlıklı bir Hint-İran ilişkisi analizi yapılamaz. Hindistan son zamanlarda IMEC ile gündeme gelmiştir. Bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir ülkedir. Aynı şekilde İbranice’deki “El” eki (Elohim’in kısaltması) ile biten isimlerin Allah’la ilişkisi bilinmelidir. “Samuel” ve “Rafael” gibi isimlerin anlamlarını en azından sezgisel olarak çıkarmak, bu bağlamda önemlidir. Allah lafzının “El” kökünden geldiğini bilmek, medeniyetler arası ilişkilerin analizine farklı bir boyut katmaktadır. Bu tür dil, din ve medeniyet bağlantıları uzmanlık için olmazsa olmazdır. Ancak ne yazık ki çoğunlukla ihmal edilmektedir. Genellikle meseleler sadece siyasi tarih ve güncel gelişmeler bağlamında ele alınmakta, diğer boyutlar göz ardı edilmektedir. Bu yönelim eksik bir yaklaşımdır.
Örneğin, Yahudi düğünlerinde tapınağın yıkılışını anmak amacıyla bardak kırılır ve şu söz söylenir: “Seni unutursam Kudüs, sağ elim yeteneğini unutsun.” Bu tür gelenekler, dini olayların kültürel sürekliliğiyle ilişkilidir. “Gelecek sene Kudüs’te” duasının anlamı kavranmadan dindar Yahudi kimliği anlaşılamaz. Dolayısıyla Ortadoğu uzmanlığı, yalnızca siyasi değil, çok katmanlı ve ömür boyu sürecek bir öğrenme süreci gerektirir.
Bu bağlamda, bana ders veren tüm hocalarıma minnettarım.
Faydalı olması temennisiyle…
Ozan Dur
[1] ([Roger Garaudy, Geleceğimizde İslam Var, s. 128])
Yorum Yaz