İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
GİRİŞ
Avrupa Birliği (AB), ikinci dünya savaşı sonrasında ekonomik bütünleşme amacıyla temelleri atılmış, zamanla siyasi, hukuki ve toplumsal alanlarda da birlik inşa eden bir ulusüstü yapıdır. Ancak, AB’nin karar alma mekanizmalarında üye devletlerin egemenliklerini koruma eğilimi, özellikle belirli alanlarda oybirliği ilkesinin ve veto hakkının sürdürülmesiyle kendisini göstermektedir. Günümüzde Avrupa Birliği üye devletlerinin veto yetkisinin konu alanları ve Avrupa Birliği’nin devletleşememesi tartılışmaktadır. Bu tartışmalar günümüzde Avrupa Birliği’nin bir noktada yapısal kimliğini ortaya koymaktadır.
Veto hakkı, üye devletlere ulusal çıkarlarının yüksek olduğu konularda egemenliklerini koruma hakkı tanımakta ve uzlaşıyı teşvik etmekte; bu durum küçük ülkeler için eşitlik sağlayan bir araç olarak görülürken, büyük ülkeler ve bazı akademisyenler tarafından Birliğin etkinliğini sınırlayan ve tıkayan bir engel olarak görülmektedir. Son yıllarda, Rusya-Ukrayna Savaşı ve genişleme süreçlerinde yaşanan gecikmeler, veto hakkının AB’nin jeopolitik etkisini zayıflattığı yönündeki tartışmaları yoğunlaştırmıştır. Bu bağlamda, veto hakkının kapsamı, işleyişi ve kısıtlanması yönündeki talepler, AB’nin yapısal kimlik sorunları ve neden bir birleşik devlet olamadığı sorusuyla da doğrudan ilişkilidir. Bu çalışmada, öncelikle veto hakkının tanımı ve kapsamı ele alınacak, ardından söz konusu yetkinin Birliğin bütünleşme sürecine ve devletleşme potansiyeline etkileri tartışılacaktır.
Öncelikle veto hakkını tanımlamamız gerekmektedir. Veto hakkı genel olarak ülkelerin ulusal çıkarlarının yüksek olduğu ve kabul etmeye razı olamayacakları belirli konularda ortaya çıkmaktadır. Bu konularla ilgili AB üye devletleri oybirliğiyle karar almaktadırlar. Bu, tüm üye devletlerin rızası gerektiği anlamına gelmektedir. Bu konular ise genel olarak dış politika, savunma, AB’nin genişlemesi, finans ve antlaşma değişiklikleri gibi konulardır.
Özellikle 2009 Lizbon Antlaşması’ndan bu yana, üye devletlerin veto haklarını kullanabilecekleri konular kısıtlanmıştır. AB üye devletleri bu nedenle artık çoğu kararı nitelikli çoğunlukla almaktadır. Bu da üye devletlerin en az %55’inin onayı gerektiği anlamına gelmektedir. Sayı bakımından ise 27 üye devletin 15’inin onayı demektir. Yani bu sonuç, AB nüfusunun en az %65’inin temsil edilmesi demektir.
Veto hakkının varlığı bizlere öncelikle devletlerin kendi egemenliklerini korudukları alanda görünmektedir. Bunun varlığı ise ülkelerin kendi egemenliklerini koruyabilmeleri adına gereklidir. Özellikle dış politika, savunma, vergi, yeni üyeler vb. konular devletler için çok hassastır. Bu sebeple veto hkkı, ulusal çıkarları korumanın bir garantisidir.
Her ne kadar egemenlik konusu başlıca sebep olsa da veto hakkı aynı zamanda devletleri uzlaşıya zorlar. Eğer bir ülke bir konu hakkında “hayır” diyebiliyorsa, diğer devletler onu ikna etmeye çalışmaktadır. Bu da, dayatmayı değil uzlaşmayı teşvik etmektedir. Bu konu özellikle küçük ülkeler için çok önemlidir. Büyük ülkelerin her kararı tek başına alması veya tüm ülkelere bu kararı zorla dayatmasına karşın, küçük ülkelerin veto hakkı büyük ülkeleri küçük ülkelerle uzlaşmaya zorlamaktadır.
Her ne kadar veto hakkının gereklilikleri mühim olsa da bazı politikacılar ve akademisyenler tarafından veto hakkının kısıtlanması zaman zaman gündeme gelmektedir. Özellikle dış ilişkiler, güvenlik ve AB genişlemesi alanlarındaki kararlarda veto hakkının kaldırılmasını talep edenler var. Bu talebin ana sebebiyse daha hızlı hareket etme isteğiyle ilgilidir. Bu sayede AB’nin jeopolitik gücünün artacağına inanmaktadır. Bilhassa, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden bu yana, daha hızlı hareket etme isteği arttı AB ülkelerinin.
Macaristan sıklıkla engelleyici bir tutum sergilemektedir. Örneğin, Macaristan’ın vetosu Rusya’dan gelen enerjiye yönelik hamleleri ve boykot politikasını zayıflatmıştır. Macaristan ve AB Komisyonu arasındaki anlaşmazlıktan ötürü Macaristan’ın fonları engellenmektedir. Macaristan, veto tehdidiyle bu fonların serbest bırakılmasını çalışmaktadır. Ve bu strateji oldukla başarılı görünmektedir. Ayrıca, Ukrayna’ya yönelik bir yardım paketini engellemek için de veto hakkını kullanmıştır. Macarlar Ukrayna ile AB katılım müzakerelerinin başlatılmasını veto etmekle tehdit etmiş ancak nihayetinde bunu kullanmamışlardır.
Sonuç olarak, veto hakkının kaldırılmasını savunanlar, bu tür vetoların karar alma süreçlerini yavaşlattığını ileri sürmektedir. Savunucular, AB'nin güvenliği için Birliğin hızlı hareket edebilmesinin önemli olduğunu savunmaktadır.
Her ne kadar veto hakkı sistemi bazen tıkasa ve yavaşlatsa da bazı ülkeler “oybirliği kalkarsa AB’den çıkarız” diyebilecek kadar sert bir tavırda bulunmaktadır. Veto hakkı bu ülkelerin AB içinde söz hakkı olduğunu göstermektedir.
Örneğin yine Macaristan “oybirliği kalkarsa, Macaristan’ın dış politika, göç ve kültürel alandaki vetoları elinden gider” söylemlerini öne sürmektedir. Orbán "Biz AB'de Brüksel’in kölesi değil eşit ortağıyız. Oybirliği kalkarsa bu eşitlik biter" açıklamalarını yapmıştır. Bir nevi küçük ülkeler kendi güçlerini elinden alınması için “evet” demeyeceklerini açıkça beyan etmektedir.
Veto hakkının uygulandığı konular genel hatlarıyla bu şekildedir;
Dış politika, ulusal güvenlik ve ordu konuları, devletlerin en temel egemenlik haklarıdır. Her ülke kendi dış politikasının öncü olması için söz sahibi olmak istemektedir. Bu yüzden çoğu dış politika kararında veto hakkı bulunmaktadır. Ancak, nitelikli çoğunluk gerektiren, açıkça tanımlanmış bazı durumlar hariçtir. Örneğin; özel temsilci atanması.
AB vatandaşlığı, ulusal vatandaşlığa ek haklar vermektedir. Yeni haklar ulusal hukuk sistemini ve ülkelerin sosyal yapısını doğrudan etkileyebilmektedir. Örneğin bir vatandaşın başka bir ülkede sosyal yardımlara erişim hakkı tartışmalıdır. Dolayısıyla ülkeler bu karmaşıklığın önüne geçebilmek için oybirliğini şart koşmaktadırlar.
AB genişlemesiyle birlikte yeni ülkelerin AB’ye girmesi onların tüm sisteme ve pazara da erişmesi ve söz hakkı elde etmesi anlamına da gelmektedir. Bu, mevcut ülkelerin ekonomisini, göç dengesini ve siyaseti doğrudan etkilemektedir. Ayrıca yeni üyelerin Komisyon ve Parlamento’da bulunması güç dengelerini de değiştirebilmektedir. Örneğin, Fransa’nın tarım üzerine olan politikasından ötürü Türkiye’nin AB’ye dahil olması Fransa için tarım ekonomisine karşı bir tehdit barınmaktadır. Bu yüzden her ülkenin rızası aranmaktadır.
Veri oranları, hükümetlerin bütçesinin en kritik kaynaklarıdır. KDV’yi değiştirmek ülkelerdeki fiyatları, geliri ve rekabet güçlerini etkilemektedir. Bu nedenle vergi konularında AB’nin zorunlu politikalarının uygulanması istenmez; oybirliği gerekmektedir.
AB bütçesi, doğrudan üye ülkelerin kendi paralarıyla finanse edilmektedir. AB’ni çok yıllı mali çerçeve veya öz kaynak sistemi değişirse, ülkelerin ödeyeceği miktarlar da değişebilecektir. Bu sebeple ülkeler zorla daha fazla para ödemeye mecbur kalmak istemeyeceklerdir.
Devletler kendi egemenlikleri altında ceza hukuku, aile hukuku ve polis yetkilerini doğrudan korumaktadırlar. Örneğin, Avrupa Savcılığı bir ülkenin kendi savcılarının yetkilerini aşarsa, bu önemli bir yetki devrini temsil etmektedir.
Emeklilik yaşı, işsizlik maaşı, sağlık sistemi gibi konular toplumun doğrudan yaşam standartlarını etkilemektedir. Bunlar her ülkenin kendi ekonomik gücü ve sosyal modeline göre değişmektedir. Her ülkenin aynı ekonomik güce sahip olmaması ve aynı sosyal modele sahip olmasının beklenememesi gibi nedenler burada herkesin evet demesini zorlaştıracaktır.
Görüldüğü üzere AB, devlet kavramının temel gereklilikleri olan tek egemenlik, ortak savunma, tek dış politika, tek anayasa, tek vatandaşlık ve tek vergi sistemi gibi ortak unsurlara sahip değildir.
Üye ülkeler egemenliklerinin tamamını Brüksel’e devretmek istememektedirler. Özellikle Fransa ve Almanya gibi büyük ülkeler de bu konuda dikkatlidirler. “Avrupa vatandaşlığı” kimliği de henüz milli kimliğin yerini almamıştır. Bu sebeple halk desteğinin de eksikliği mevcuttur. 2005 yılındaki Avrupa Anayasası denemesi Fransa ve Hollanda referandumlarında reddedilmiştir. AB yapısal olarak tek millet değil, 27 farklı milletten oluşmaktadır ve farklı dil, eğitim sistemleri, siyasi kültürlere sahiptir. Her ülkenin kendi çıkarlarını öncelemesi birlik içinde olmayı zorlaştırmaktadır. Bu da karar almayı ve derin bütünleşmeyi engellemektedir. Özellikle hukuki olarak AB, bir “federal devlet” değil, antlaşmalarla yönetilmektedir.
SONUÇ
Sonuç olarak, AB üye devletleri ulusal açıdan hassas ve kendi çıkarlarını gözettikleri konularda egemenliklerini devretmemekte ve razı olmadıkları politikalarda veto haklarını kullanmaktadırlar. Özellikle küçük ülkelerin bazı kollektif dış güvenlik konularında veto haklarını kullanması veya kendi çıkarlarını AB’nin çıkarlarının üzerinde görmesi, AB Komisyonu ve büyük ülkelerin tepkilerine yol açmaktadır. Sistemin daha hızlı hareket edebilmesi adına veto konuları kademeli olarak daraltılsa da veto hakkının tamamen kaldırılması pek mümkün görülmemektedir.
AB’nin bir devlet olamamasının en büyük nedeni, üyelerin egemenliklerini tam anlamıyla Brüksel’e devretmemesi ve bazı kritik alanlarda hâlâ veto hakkını korumalarıdır. AB daha çok bir “yarı-federal” yapıya sahiptir. Ticaret, para birliği, çevre gibi alanlarda ortak kararlar alabiliyorken, dış politika, savunma, vergi, AB genişlemesi gibi hayati konularda oybirliği gerekliliği, AB’nin yapısal dönüşümünü ve ilerlemeyi tıkamaktadır.
KAYNAKÇA
Yasir Güneş
Yorum Yaz