NİŞABUR CAMİLERİ: SELÇUKLU DÖNEMİ YAPI DİLİ

MİMARİ

Nişabur’un camileri, işlevsel olduğu kadar ruhsal da bir düzen sunar. Cami, sadece namaz için değil; ders halkaları, zikir meclisleri, toplumsal kararlar için de bir merkezdir.

Bazı şehirler vardır ki, haritalardan silinse de taşlarından okunur. Bazı yapılar ise yok olsa da sesini kaybetmez. Horasan’ın kadim merkezlerinden Nişabur, tam da böyle bir şehirdir. Adı zamanla solmuş, surları dağılmış, medreseleri göçmüş olabilir ama Selçuklu dönemine ait camileri, bu şehrin bir zamanlar nasıl bir düşünce, sanat ve inşa bilinci taşıdığını bugüne fısıldamaya devam eder. Bu fısıltı, sadece mimari değil; bir medeniyetin sessiz diriliğidir.

Nişabur, 11. ve 12. yüzyıllarda Selçuklu devletinin doğu ucu sayılabilecek ölçüde önemli bir şehir idi. Sadece siyasi değil, kültürel ve entelektüel bir merkezdi. Gazzâlî burada doğmuş, Ömer Hayyam burada yıldızlara bakmış, Fahruddin Râzî burada kalem oynatmıştır. Bu zihin iklimi, kendine taşla karşılık bulmuş, camiler mimariyi sadece ibadet mekânı değil; bir söylem biçimi hâline getirmiştir.

Selçuklu mimarisi, özellikle İran coğrafyasında güçlü ve tanımlı bir yapı diliyle gelişmiştir. Nişabur camileri, bu dilin hem erken örneklerini hem de gelişim seyirlerini barındırır. Büyük Selçuklu sultanlarının mimari vizyonu, özellikle tuğla estetiği, geometrik süsleme, mihrap nişleri ve portal (taç kapı) anlayışı gibi öğelerle burada vücut bulmuştur1. Tuğla burada sadece malzeme değil; düşüncenin geometrik ifadesidir.

Nişabur’daki camilerde en belirgin özellik, dört eyvanlı plan tipinin yerleşmeye başlamasıdır. Her ne kadar bu form klasik İran yapı geleneğinden köken alsa da, Selçuklular döneminde bu biçim, dini ve sembolik bir anlam kazanarak cami mimarisine dahil edilmiştir. Bu düzen, özellikle mihrap eyvanını diğerlerinden daha yüksek ve süslü yaparak, kıble yönünü mekânsal olarak vurgulayan bir bilinçle kurulmuştur. Yani burada mimari, yön değil; niyet tarifidir.

Caminin cephe ve giriş kapılarında görülen stalaktitli (mukarnaslı) düzenleme, sadece süsleme değil; taşın ışıkla ritmik buluşmasıdır. Selçuklu sanatında mukarnas, göğe geçişin mimarî aracı gibi kullanılır. Nişabur’daki camilerde de bu etki net biçimde görülür. Mihrap nişleri içindeki yazı kuşakları, kufî ya da sülüs hatla yazılmış, çiniyle ya da tuğlayla işlenmiş ayetler, bir mimari zikri temsil eder.

Özellikle Nişabur’daki Mehdiye Camii, bu yapılar arasında önemli bir yere sahiptir. Kaynaklarda tam adıyla geçmeyen bu cami, kalıntıları ve temelleri itibarıyla dört eyvanlı bir düzene, geniş bir iç avluya ve çift minareli bir giriş cephesine sahip olduğu tahmin edilen bir yapıydı. Bugün tam olarak ayakta değildir; ama Selçuklu’nun mimari sesini taşır. Bu ses, sade ama kararlıdır; gösterişsiz ama derindir.

Nişabur camilerinde minareler genellikle silindirik ve tek gövdeli inşa edilmiş, sıklıkla gövdeye spiral tuğla süslemeler işlenmiştir. Bu süsleme, sadece bir estetik değil; zamanın akışını taşla döndürme denemesidir. Çünkü burada yükselmek sadece fiziksel değil; zihinsel bir hareket anlamı taşır. Her kıvrım, göğe giden bir düşünce gibi davranır.

Sanat tarihçisi Sheila Blair, Selçuklu mimarisini değerlendirirken özellikle Nişabur’daki cami ve medrese kalıntılarının, “taş ve tuğla arasında kurulan sadakatli bir diyalog” içerdiğini söyler2. Gerçekten de bu camiler, lüks malzemelerden değil; sıradan tuğladan yapılmıştır. Ama bu tuğlalarla örülen desen, bazen bir yazı, bazen bir şiir, bazen bir dua gibi davranır. Estetik, burada malzemeye değil; kurguya bağlıdır.

Nişabur’un camileri, işlevsel olduğu kadar ruhsal da bir düzen sunar. Cami, sadece namaz için değil; ders halkaları, zikir meclisleri, toplumsal kararlar için de bir merkezdir. Bu çok yönlü işlev, yapının mimarisine de yansımıştır: hem açık hem içe dönük, hem kalabalık hem sessiz. Burada mimari, bir kimlik değil; bir haldir. Ve bu hâl, zamanla Nişabur’u bir ilim ve inşa şehrine dönüştürmüştür.

Bugün bu camilerin pek çoğu ya yıkılmış ya da sadece temelleriyle hayattadır. Ancak taşın dili, hâlâ yürürlüktedir. Nişabur’a gelen biri, toprağın altında kalmış bu yapılarda yalnızca tuğla değil; zamanın şekillenmiş hâlini bulur. Ve bu hâl, yalnızca geçmişi anlatmaz; bugünü de inşa eder.

Ve belki de bu yüzden Nişabur camileri yalnızca bir dönemin kalıntısı değildir. Onlar, Selçuklu döneminin yapı diliyle yazılmış sessiz ilim cümleleridir. Her eyvanı bir niyet, her mihrap çizgisi bir dua, her minare gölgesi bir davettir. Taş sessiz görünür ama zihni uyarır. Çünkü Selçuklu, düşünmeyi sadece kelimelerle değil; mimariyle de öğretmiştir.

Alıntı

  1. O’Kane, Bernard, Timurid Architecture in Khurasan, Mazda Publishers, 1987.
  2. Sheila S. Blair – Jonathan M. Bloom, The Art and Architecture of Islam: 1250–1800, Yale University Press, 1994.

Davut Ufuk Erdoğan

Davut Ufuk ERDOĞAN
Davut Ufuk ERDOĞAN

Mimarlık / Tarih / Sanat Felsefesi / Kamu Yönetimi

Yorum Yaz