İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Güvenlik, tanımı bakımından tehditlerden beri olmak ve tehditlere karşı tedbirli olabilme durumudur. Devletlerin çıkarlarını koruduğu ve varlıklarını sürdürdüğü bir durumdur. Bir devlet sınırlarını ve egemenliğini koruyabilmekte ve kurtarabilmektedir. Bu nedenle devletler için güvenlik birincil meselelerden birisidir. Ayrıca güvenlik, yalnızca devletlerin değil, aynı zamanda bireylerin ve toplumların da barış ve istikrar içinde yaşamasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Güvenliğin ölçüsü algısal olmakla birlikte somut olarak yapılamamaktadır. Bu nedenle kapasiteyle ölçülebilmektedir. Örneğin; geleneksel ve geleneksel olmayan olmak üzere iki farklı tanımı vardır.
Geleneksel yaklaşıma göre askeri kapasite ve caydırıcılık gücü güvenliğinizin ölçüsünü belirlemektedir. Geleneksel olmayan yaklaşıma göreyse ekonomik, çevresel, insani ve toplumsal güvenlik yani GSYİH büyüme oranı, göç baskısı, doğal kaynaklara erişim ve eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim imkanı güvenliğinizin ölçüsünü belirlemektedir.
Güvenlik algısı ve anlayışı 1990’lardan sonra değişmiştir. 1980'lerin sonlarında, odak noktasını devletlerden bireylere kaydıran kritik güvenlik çalışmaları ortaya çıkmıştır. Bu değişim, geleneksel, devlet merkezli yaklaşımlara meydan okumuştur. 1990'larda, Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" teziyle, yalnızca bir baskın ideolojinin kaldığı, liberalizmin zafer kazandığı ileri sürülmüştür. Sonuç olarak, geleneksel olmayan güvenlik sorunları öne çıkmıştır. Soğuk Savaş sona ermesine rağmen, yeni insan merkezli güvenlik zorlukları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlara iklim değişikliği, çevresel bozulma (kaynak tükenmesi ve kirlilik gibi), ekonomik istikrarsızlık, terörizm ve sağlık krizleri dahildir. Bu dönem, güvenlik çalışmalarında, askeri tehditlerin ötesine geçerek bireyleri ve toplumları etkileyen küresel zorlukları da kapsayacak şekilde bir dönüşüme işaret etmiştir.
Sonuç olarak 1990'larda, birkaç önemli gelişme nedeniyle geleneksel olmayan güvenlik giderek daha önemli hale gelmiştir. Önemli faktörlerden biri de, üye devletlerin barış ve refah içinde yaşadığı ve ulusların doğrudan çatışma olmadan bir arada yaşayabileceğini gösteren Avrupa Birliği'nin (AB) varlığıydı. Sonuç olarak, güvenlik endişeleri askeri tehditlerden bireylerin refahına kaymıştır.
Dünyanın birçok yerinde, özellikle Batı'da insanlar ekonomik istikrar ve yüksek bir yaşam standardı yaşadığından, odak noktası doğal olarak insan merkezli güvenlik sorunlarına yönelmiştir. Bu, askeri endişelerin ötesinde güvenliğin genişletilmiş bir anlayışına yol açtı ve beş ana güvenlik türünü vurgulamıştır: (Barry Buzan)
Bu dönem, güvenliğin sadece askeri güçle ilgili olmadığını, aynı zamanda insan düzeyinde istikrar ve refahı sağlamakla ilgili olduğunu kabul ederek güvenlik çalışmalarında önemli bir dönüşümü vurgulamıştır. İnsan güvenliği; özgürlük, ifade, ekonomik, çevresel, sağlık, gıda. İnsanın devlet güvenliğinden daha fazla güvenlik hakkının bulunduğuna dair söylem ve iddialar artmıştır.
Peki, bugün neden güvenlik hakkında konuşuyoruz? Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında güvenlik kavramı dünya çapında genişlemiş ve yayılmıştır. Günümüzde güvenlikten bahsedebilmekteyiz çünkü dünya yeni ve karmaşık tehditlerle karşı karşıyadır. Bunlara terörizm, kitlesel göçler, siber saldırılar, iklim değişikliği, pandemiler, ekonomik krizler ve jeopolitik çatışmalar dahil edilebilmektedir. Güvenlik kapsamının bu kadar genişlemesi birçok alanın güvenlikle ilişkili olmasını sağlamaktadır. Bu sebeple günümüzde güvenlikten sık sık bahsedebilmekteyiz. Fakat bunlar genel olarak geleneksel olmayan güvenlikle ilgilidir.
Ancak pandemiden sonraki sürce baktığımızda Ukrayna-Rusya çatışmasından bu yana geleneksel güvenlik anlayışı tekrar önem kazanmıştır. 1990 lar ve 2022’ye kadar çalışmalar küresel ısınmaya, kitlesel göçlere vb. yönelik alınacak önlemlere cevap vermekteydi fakat şimdi askeri önlemlere çözüm aramaktadırlar. Rusya-Ukrayna savaşının ardından İsrail’in Gazze’deki soykırımı, Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi, Pakistan-Hindistan gerilimi ve son olarak İran-İsrail arasındaki savaş küresel olarak güvenlik anlayışını tekrardan gelenekselleştirmeye başlamıştır. Güvenliği sağlamak adına artık savaş uçaklarına önem vermek, deniz donanmalarını kuvvetlendirmek, füze üretmek, radar sistemlerini geliştirmek, askeri teknoloji ve savunma sanayiye daha fazla yatırım yapmak gerekmektedir. Devletler için güvenlik ancak askeriyeden geçmektedir. Füzeler ve mermiler ateşlenirken kimse elektrikli sistemler, yenilenebilir enerji, küresel ısınma ve çevreyi konuşmamaktadır.
Günümüzde güvenlik anlayışı yeniden Soğuk Savaş’taki gibi klasik, askeri ve devlet merkezli bir yapıya dönmektedir. Bunun en açık örneği İran ve İsrail arasındaki güncel gerilimdir. Soğuk Savaş dönemindeki kavramlara baktığımızda bunun yansımalarını artık İran ve İsrail arasındaki gerilimlerle tekrar görmekteyiz. Nükleer caydırıcılık, silahlanma yarışı, sınırlama diplomasisi, güç dengesi, karşılıklı garantili yıkım, güvenlik ikilemi gibi kavramlar Soğuk Savaş dönemindeki geleneksel güvenliği ortaya çıkartan kavramlardan bazılarıdır. Bugün İran ve İsrail güvenlik politikalarını askeri kapasite, caydırıcılık ve savunma sistemleri üzerinden oluşturmaktadır. Her iki taraf da devlet merkezli güvenliği ön plana çıkarmakta ve kendi varlığını, güvenliğini garanti altına almaya çalışmaktadır.
Güvenlikleştirme kavramı uluslararası ilişkilerde devletlerin güvenlik politikalarını etkilemektedir. Güvenlikleştirme, Kopenhag Okulu tarafından geliştirilen bir kavramdır. Temel olarak bir konunun güvenlik tehdidi olarak tanımlandığı ve acil eylem gerektiren bir konu olarak sunulduğu süreci ifade etmektedir. Bir konu "güvenlikleştirildiğinde" normal siyasetin alanından çıkar ve olağanüstü önlemler gerektiren acil bir güvenlik sorunu olarak ele alınmaktadır. Göçler, iklim değişikliği, terörizm vb. Güvenlikleştirme, bir konuyu güvenlik sorunu haline getirmektir. Örneğin bir devlet nükleeri güvenlikleştirmekte ve nükleer caydırıcılığı ana güvenlik meselesi ve tehdit olarak görebilmektedir. Bu sebeple gerilimlerin köküne indiğimizde nükleer caydırıcılığın geleneksel güvenlik anlayışında merkezde olduğunu görmekteyiz. Soğuk Savaş’ın da ana belirleyicilerinden ve caydırıcı unsurlarından olan nükleer silahlanma yakın zamanda Pakistan ve Hindistan arasında şiddetli gerilimler ve yükselmekte olan çatışmalara dönmüşken yönünü İran ve İsrail savaşına çevirmiştir.
1979 İran İslam Devrimi’nin ardından İran’ın Batı’yla olan ilişkileri zayıflamış ve nükleer programının askeri bir amaç içerebileceğinden ötürü denetim altına alınmıştır. 2000’li yıllarda İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmaları hızlanmış ve Batı’dan bunun nükleer silah üretme amacıyla yapıldığı iddia edilmeye başlanmıştır. Bu tedirginliğin ana sebebi İran’ın nükleer silahlanmasının İsrail’in varlığına karşı bir tehdit olarak algılanmasıdır. İsrail’in geçmişte İran’ın nükleer tesislerine siber saldırılar düzenlemesi ve 13 Haziran’da son olarak İran’lı mühendislerin ve kurmayların öldürülmesi İsrail’in bu noktadaki yaklaşımını sergilemektedir. Öyleki İsrail, İran’ın nükleer silahlara sahip olduğunu ve nükleer eşik devleti olma riskini gündeme getirerek “önleyici müdahale” uyguladığını vurgulamıştır. Bununla birlikte İran’ın nükleer çalışmalarını sabote ederek, saldırılarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. İran ise bu saldırılara karşı “meşru müdafa” prensibini uygulamıştır.
Fakat bu güvenlik krizlerinin geçmişine baktığımızda İsrail ve diğer Batı ülkeleri aynı zamanda İran için bir güvenlik meselesi oluşturmaktadır. Yani bu güvenlikleştirme ve güvenlik tehditleri yalnızca İran için değil, İran tarafından diğer ülkelere de karşı geçerlidir. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT), nükleer silahların ve silah teknolojisinin yayılmasını önlemeyi, nükleer enerjinin barışçıl kullanımında iş birliğini teşvik etmeyi ve nükleer silahsızlanma ve genel ve tam silahsızlanma hedefini ilerletmeyi amaçlayan çığır açıcı bir uluslararası antlaşmadır (UN, Office for Disarmament Affairs). Ancak, İsrail bu antlaşmaya taraf değildir. 2015’te İran, P5+1 ülkeleriyle JCPOA’yı imzalamıştır. Bu antlaşma doğrultusunda İran’a uygulanan yaptırımlar azaltılacak ve İran’ın nükleer programı kontrol altına alınacaktır. İran antlaşmanın imzalanmasından 2018 yılına kadar bütün uygulamaları yerine getirmiş olsa da ABD ve İsrail tarafından İran’ın gizli nükleer silah programlarının açıklanmadığı iddia edilmiş ve bunun ardından ABD antlaşmadan çekilmiştir. Bu hamlenin ardından İran da kısmi olarak antlaşmanın yükümlülüklerini ihlal etmeye başlamıştır. Son zamanlara kadar İran IAEA tarafından denetlemelere tabi olmuş olsa da İsrail NPT’ye taraf olmadığından ötürü İsrail kapsayıcı hiçbir denetime tabi olmamıştır. Ayrıca İsrail, bildirilmemiş nükleer silahlara sahiptir. Öyle ki NPT’ye üye olan Fransa, ABD ve İngiltere ve ayrıca İsrail’in de nükleer silahlara sahip olması İran ve Orta Doğu ülkeleri için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehditleri ortadan kaldırmak ve anlaşmazlıkları bir sonuca bağlamak için İran ve ABD müzakarelere oturmuştur. Son müzakerelerin ardından İran’ın 20 yıl aradan sonra ilk kez nükleer yükümlülüklere uymadığı iddia edilmiştir fakat IAEA Genel Başkanı Grossi “IAEA raporları İran'da nükleer silah geliştirildiğine dair hiçbir kanıt içermiyor” açıklamalarında bulunmuştur. Gelinen son aşamada tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kırmızı çizgilerle çizilmiş katı güvenlik unsurları bulunmaktadır. İran için bu uranyum zenginleştirme, ABD ve İsrail için de sıfır uranyum zenginleştirmesidir. Bu kırmızı çizgilerin aşılmasına karşın her iki tarafın da askeri tehdit ve savaşın dozunu artırma ihtimali bulunmaktadır.
Günümüzde gelmiş olduğumuz durumda diplomasinin zayıflaması, askeri çatışmaların artması ve nükleer caydırıcılık güvenlik anlayışını ileriye değil geriye götürmüş ve tekrar gelenekselleştirmiştir. Bu bakımdan güvenlik politikaları yeniden realizme ve geleneksel güvenlik önlemlerine dayanmaktadır. İsrail’in, İran’ın nükleere sahip olmasını reddetmesi ve bunun belirsizliğiyle yaşaması İsrail’i güvenliğini artırmaya sürüklemektedir. Bu nedenle İsrail önleyici bir güvenlik anlayışını benimsemekte ve İran da buna karşın egemenliğini korumayı garanti altına almaya çalışmaktadır.
Ayrıca İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım ve siyonist politikaları bölge devletleri için büyük bir sorun ve tehdittir. Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları’nın bu denli ihlal edilmesi hiçbir şekilde anlayışla karşılanmayacaktır. Buna binaen İsrail’in bölgedeki varlığı bütün devletler ve halklar için bir güvenlik ve beka sorunudur. İsrail’in haydut devlet rolü bölgedeki tüm devletlerin geleneksel güvenlik önlemleri almasına sebep olmakta ve bu durumda İsrail’in saldırgan hâli barışı ve istikrarı sağlamayacaktır. İsrail ve İran örneği, devletlerin hala varoluşsal kaygılar ve askeri kapasiteye bağlı şekilde güvenlik anlayışı sürdürdüğünü göstermektedir. Gerilimlerin geldiği nokta ve Uluslararası Hukuk’un bu denli ihlal edildiği bir süreçte genişletilmiş geleneksel olmayan güvenlik anlayışından söz edememekteyiz çünkü küresel ısınma, elektrikli teknolojiler, sürdürülebilir çevre politikaları vb. unsurlar bir süre tekrardan rafa kaldırılmıştır. Öyleki, İsrail’in bu saldırgan hâli ve bölgedeki sıcak gerilimler Türkiye’nin de çeşitli çevre, iklim, altyapı ve diğer geleneksel olmayan yatırımlarını kısıp, ağırlıklı olarak savunma sanayi ve askeri yatırımlara odaklanması gerektiği de kimileri tarafından önerilmekte ve tartışılmaktadır. Bu gelişmeler, son olarak İran ve İsrail gerilimiyle birlikte taraflar ve Türkiye başta olmak üzere küreselde güvenlik anlayışının gelenekselleştiğini göstermektedir.
Yasir Güneş
KAYNAKÇALAR
Yorum Yaz