İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Ribatlar: Mimariyle Askerî ve Dini Birleşme
Mimari bazen sadece barınmak için değil, beklemek için kurulur. Bazen sadece görmek için değil, gözlemek, beklemek, tutmak, dayanmak için. İslam dünyasının sınırlarında yükselen ve hem askerî hem de ruhani bir görev taşıyan ribatlar, bu anlamda mimarinin en veciz cümlelerinden biridir. Ribatlar, yalnızca kaleler ya da karakollar değildir; taşla inşa edilmiş bir sabır, bir inanç, bir nöbet kültürüdür. Burada mimari, sadece form değil; bir duruş hâline gelir.
İlk ribatlar, Emevîlerin doğrudan Bizans sınırlarına kurduğu askerî istasyonlarla başladı. Lakin bu yapıların, sıradan birer kale olmadıkları kısa sürede anlaşıldı. Bu yapılar, sınırı bekleyen askerî birliklerin yanı sıra, ibadet eden, zikirle meşgul olan, tasavvufî hayat yaşayan küçük toplulukların da mekânlarıydı. Yani ribatlar, yalnızca düşmana karşı değil; nefse karşı da savunma hattıydı. Bu nedenle, İslam mimarisi içinde ribatlar kadar hem dünyevî hem uhrevî yapılar azdır.
İslam’ın ilk asırlarında ribatlar, özellikle Kuzey Afrika’da, Mağrib ve Endülüs hattında yoğun olarak kuruldu. İbn Haldun, Mukaddime’sinde ribatları “din ile devletin, zikir ile kılıcın bir arada bulunduğu yerler” olarak tanımlar1. Bu tanım, aslında ribat mimarisinin özüne de ışık tutar: hem askerî hem ruhani.
Mimari olarak ribatlar genellikle kalın duvarlarla çevrili, ortasında bir avlu bulunan, çevresinde hücrelerden ve ibadet alanlarından oluşan yapılardır. Bu avlular, bir kale için savunma alanı olduğu kadar, bir tekke için halka düzeni işlevi görür. Bazı ribatlarda küçük camiler, mihraplar ve su kuyuları bulunur. Bu yapılar bir yandan cihadın taş merkezleri, diğer yandan tefekkürün taşla çevrili hücreleri hâline gelmiştir.
Horasan’dan Tunus’a, Anadolu’dan Endülüs’e kadar ribatlar farklı şekillerde inşa edilse de, taşıdıkları ruh aynıdır: bir sınırda beklemek. Endülüs’teki Melilla ribatları ile Maveraünnehir’deki Buhara ribatları arasında binlerce kilometre olabilir; ama her biri, aynı sessiz niyeti taşır: imanla nöbet tutmak.
Ünlü mimarlık tarihçisi Robert Hillenbrand, ribatları “geçici karakollardan mimarî kurumlara dönüşmüş yapılar” olarak tarif eder ve ribatların zamanla sınır yapısı olmaktan çıkıp şehirlerin içine yerleştiğini belirtir2. Gerçekten de zamanla ribatlar, sadece askeri hatlarda değil, şehir merkezlerinde ilim ve tasavvufun merkezleri hâline geldi. Bu geçiş, mimari dilde de değişimi beraberinde getirdi. Kalın duvarlar zarif kemerlere, gözetleme kuleleri minare benzeri formlara dönüştü. Yani ribat, taş olarak kaldı ama içindeki anlam evrildi.
Anadolu’da ribatlar, özellikle Anadolu Selçukluları döneminde kervansaray mimarisiyle iç içe geçti. Sivas, Kayseri ve Konya civarında yer alan birçok yapı, hem tüccarları ağırlamak hem de olası sınır tehditlerine karşı nöbet noktası olarak tasarlandı. Bu hibrit formlar, ribatın yalnızca din ve savaş değil; ekonomi ve güvenlik hattında da işlev gördüğünü gösterir. Örneğin Sultan Han gibi yapılar, dıştan kale gibi görünürken, içten bir ibadet mekânı, bir pazar, bir misafirhane olarak işler.
Ribatların yalnızca mimari değil, manevî bir disiplin mekânı olduğunu da belirtmek gerekir. Özellikle tasavvuf tarihinde ribatlar, daha sonra tekkelerin ve zaviyelerin öncülü sayılır. İmam Kuşeyrî, Risale adlı eserinde, “sâlikin dışı kılıçla, içi zikirle korunur” diyerek ribat ehlinin hem zahirde hem bâtında savaş halinde olduğunu belirtir3.
Bugün ribatların çoğu ya yıkılmış ya başka yapılarla iç içe geçmiştir. Ancak hâlâ Kuzey Afrika’da, özellikle Tunus ve Fas kıyılarında ayakta kalan bazı ribatlar vardır. Bunlardan en bilineni, Susa Ribatı’dır. 8. yüzyılda inşa edilen bu yapı, dıştan sert ve savunmacı görünse de, içinde bir mescit, bir mihrab, dar hücreler ve su deposuyla bir iç sükûn düzeni taşır. Yani dışı savaş, içi barıştır. Bu paradoks, İslam mimarisinde ribat kadar zarif ve yalın bir dille başka hiçbir yapıda ifadesini bulmaz.
Ve belki de bu yüzden, ribatlar yalnızca bir mimari tür değil; bir medeniyetin sınır algısıdır. Hem dışarıyı hem içeriği tutar. Hem düşmana hem nefse karşı bekler. Onları anlamak, sadece taşlarını değil; taşla yazılmış sessizliğini de dinlemeyi gerektirir.
Alıntı
Davut Ufuk Erdoğan
Yorum Yaz