MESCİD-İ AKSA: KUTSALIN GÖLGESİNDE SESSİZ BİR DİRENİŞ

MİMARİ

İslam'ın bu alanla kurduğu ilişki, bir mülkiyet değil, bir emanet ilişkisidir. Hz. Muhammed’in İsra ve Miraç mucizesine sahne olan bu zemin, aslında yerin gökle buluştuğu bir eşiği temsil eder.

Bazı yapılar yalnızca mekân değildir; bellektir. Onlara baktığında taş görmezsin, tarihin çırpınışlarını, inançların yaralarını, suskunlukla örülmüş bir çağrıyı görürsün. Mescid-i Aksa böyle bir yerdir. O ne sadece Müslümanların, ne sadece Yahudilerin, ne de sadece Hristiyanların mabedidir; o, insanlığın kalbinde açılmış bir yarık, ama aynı zamanda bir birleşme umududur. Kudüs’ün tam ortasında yükselmez; durur, bekler, tanıklık eder. Bin yıl önceden kalma bir sessizliğin hâlâ yankılandığı bu mekân, aslında hiçbir zaman yalnızca bir cami olmamıştır. O bir sınırdır — sadece coğrafi değil, manevi bir sınır.

İslam'ın bu alanla kurduğu ilişki, bir mülkiyet değil, bir emanet ilişkisidir. Hz. Muhammed’in İsra ve Miraç mucizesine sahne olan bu zemin, aslında yerin gökle buluştuğu bir eşiği temsil eder. Mescid-i Aksa, Kur'an'da adı geçen tek mekândır ki, onunla birlikte hem geçmişin peygamberleri hem de geleceğin ümmeti bir araya gelir. Orası, zamanın bağlandığı, inançların kesiştiği ve kalplerin aynı yöne eğildiği bir düzlemdir1.

İslam'ın Kudüs'e girişi, ne yıkarak ne de bastırarak olmuştur. Hz. Ömer şehre geldiğinde, ne havraları ne kiliseleri yıkmış; aksine, onların gölgesinde, boş bir alanda secdeye durmuştu. Çünkü onun için kutsal olan, sadece yapı değil, yönelişti. Sonrasında inşa edilen Mescid-i Aksa, işte bu yönelişin taşlaşmış halidir: ne öfkeyle örülmüştür ne kibirle; sadece bilinçle. Ve bu bilinç, İslam'ın Kudüs'le kurduğu en temel bağdır: “Bu şehir bize ait değil; biz bu şehre aitiz.”

Bugün Mescid-i Aksa dediğimiz yapı, hem caminin kendisini hem de onu çevreleyen geniş kutsal alanı kapsar. Altın kubbeli Kubbetü’s-Sahra bir simgedir, ama asıl cami, o simgenin yanı başında sessizce duran sade yapıdır. Revakları, kemerleri, minberi, mihrapları ile yüzyıllar boyunca yeniden inşa edilmiş, yeniden yorumlanmıştır. Ama o sade yapının içinde her zaman aynı ağırlık hissedilir: Kutsalın yükü. Bu, sadece Müslümanlara ait bir duygu değil; Yahudi için "Tapınak Tepesi", Hristiyan için "İsa’nın adımları", Müslüman içinse "Miraç’ın eşiği"dir. Aynı mekân, üç ayrı çağrının yankısını taşır. Ve bu yankılar zamanla sessizliğe dönüşür; çünkü sözler çatışır ama sessizlik uzlaşır.

Mescid-i Aksa'nın taşları sadece ibadeti taşımaz; işgali, direnişi, umudu ve bekleyişi de taşır. Her cuma, her Ramazan, her bayram bu taşlar yeniden hatırlar. Onlara değen her el, aslında bir çağrının yeniden yazımıdır. Çünkü bu mescid, artık sadece bir ibadet mekânı değil; bir direniş mekânı, bir şuurun ayakta kalma biçimidir. Kudüs’ün üstüne çöken siyasal gölgeler, Aksa’nın içine sızamaz. Çünkü kutsallık, sınırlardan değil; kalplerden geçer.

Hiçbir yapı bu kadar çok kez tahrip edilip bu kadar çok kez yeniden ayağa kalkmamıştır. Depremler, haçlılar, Moğollar, işgaller... Her defasında cami yıkılmış ama mekân kalmıştır. Çünkü İslam mimarisi, yalnızca taşla değil, hafızayla kurulur. Ve Aksa’nın hafızası yıkılamayacak kadar derindir. O yapı, her sabah ilk ezanı Kudüs’ün göğüne değil, bütün bir insanlığın hatırasına okur. Bir hatırlatmadır Aksa: kutsalın parayla, siyasalla, zorla ölçülemeyeceğini fısıldar.

Bugün hâlâ orada namaz kılan her kişi, aslında sadece yere değil, tarihe secde eder. Çünkü o zeminde sadece Hz. Muhammed’in ayak izleri değil, Hz. Musa’nın duası, Hz. İsa’nın susuşu, Hz. Davud’un yakarışı da vardır. Aksa, geçmişi bir araya toplayan mimari bir dua gibidir. Onun kubbeleri sadece göğe açılmaz; yüzyıllar boyunca bastırılmış haykırışların da üstüne kapanır.

Bazen sükût, mimarinin dili olur. Aksa bunu en iyi bilen yapıdır. Göz alıcı değildir, parlamaz, hayran bırakmaz. Ama sarsar. Çünkü mimarlık sadece biçimle değil, hakikatle kurulursa sarsıcı olur. Mescid-i Aksa sarsar, çünkü orada hâlâ bir yara vardır; ama o yara, aynı zamanda insanlık için bir iyileşme imkânıdır. Belki de bu yüzden, o yapı yıkıldığında değil, unutulduğunda asıl kaybedilmiş olacaktır.

Ve Mescid-i Aksa, hâlâ oradadır. Ne tam barışta, ne tam savaşta. Ne yalnız, ne de kalabalık. Ama hep ayakta. Çünkü bazı yapılar inşa edilmez; beklenir.

Alıntı

  1. Oleg Grabar, The Dome of the Rock, Harvard University Press, 2006.
Davut Ufuk Erdoğan
Davut Ufuk Erdoğan

Mimarlık / Tarih / Sanat Felsefesi / Kamu Yönetimi

Yorum Yaz