İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. Salât ve selâm, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) olsun.
Bu satırları yazarken hâlâ zaman zaman kendime “Gerçekten oldu mu?” diye sorduğum anlar oluyor. Çünkü insan bazı nasiplerin büyüklüğünü yaşarken bile tam idrak edemiyor. Bu yazı bir başarı hikâyesi değil; aczini bilen, şaşkınlığını gizlemeyen, şükrünü kelimelere dökmeye çalışan bir kulun umre hatıralarıdır. Rabbim bu satırları da bir hamde, bir hatırlayışa ve belki bir başkasına niyet olacak bir vesileye dönüştürsün.

Allah, bu garip kuluna; Habîbinin ayak bastığı, vahyin indiği, secdelerin eksilmediği topraklara gitmeyi nasip etti. Hz. İbrahim’in (as), Hz. Hacer validemizle birlikte Hz. İsmail’i (as) Allah’a emanet ederek bıraktığı o mübarek beldelere… Bunları yazmak bile insana ağır geliyor. Çünkü “nasip oldu” demek kolay, ama o nasibin büyüklüğünü kalple taşımak zor.
Hani derler ya, “Parası olan değil, nasibi olan gider” diye… Bu sözün sadece güzel bir cümle olmadığını, hakikatin ta kendisi olduğunu orada anladım. Bir de şu var: Gitmeyi istemek yetmiyormuş. İnsan ne kadar isterse istesin, çağrılmadan olmuyormuş…
Elhamdülillah, 22 Kasım – 2 Aralık 2025 tarihleri arasında kutsal topraklardaydık.
Bu yazıda, kalemim yettiğince umre notlarımı paylaşmak istiyorum. Belki okuyan birinin kalbinde bir kıpırtı olur, belki bir niyet düşer. Belki de sadece bir kişi “Ben de gidebilir miyim?” diye düşünür. Gerisini Allah bilir. Rabbim o beldelere gitmek isteyen herkese nasip eylesin…
Umre arzusu aslında uzun zamandır içimizdeydi. Fakat bu yolculuk, niyetin yanında bir imkân da gerektiriyor. “Nasıl olur, nasıl ederiz?” soruları zihnimi sürekli meşgul ediyordu. Bu süreçte önüme gelen bazı kapıları zorladım. Diyanet sınavlarına girdim, olmadı. Bazı sivil toplum kuruluşlarının imkânlarını denedim, yine olmadı.
Bir noktada kendi kendime durup şunu söylemiştim: “Enes, demek ki henüz hazır değilsin. Demek ki Rabbim ‘olmadı’ diyor.” İnsan bazen bir şeyin olmamasını sadece bir gecikme olarak değil, kendinde bir eksiklik olarak okuyor. Bu da insanın kalbini yoran bir hâl…
Geçen yıl TÜGVA’nın İhtisas Akademisi’ne katılmıştım. Akademi sonunda bir makale yazmamız istenmişti. “Türkiye’de Kültürel Dönüşümün Anatomisi” başlıklı bu makaleyi yaz tatilinde gönderdim. Ödüllüydü ama ödül hakkında bilgimiz yoktu. Açıkçası sonrasında ödül meselesini pek düşünmedim. Hayatın koşturması içinde unutuldu gitti.
Ta ki umre yolculuğundan tam bir hafta önce gelen telefonla hatırlanana kadar…
Telefonda makalemin dereceye girdiğini ve ödülün umre olduğunu söylediklerinde, ilk tepkim şaşkınlık oldu. “Gerçekten mi?” dedim. “Bakın ağlarım…” Karşı taraftan gelen “Evet, gerçekten” cevabı hâlâ kulağımda.
O an içimde bir şey yandı. Ama bu yanış acı değildi. Sevinçle, şaşkınlıkla ve şükürle karışık bir hâldi. İçimden şu geçti: “Çağrıldık mı ya… gerçekten çağrıldık mı?” Elhamdülillah demek, o an bambaşka bir anlam kazandı.
Bu umre, TÜGVA’nın ve Diyanet iş birliğiyle sağladığı bir imkândı. Vesile olan herkesten Allah razı olsun. Böyle kapıların gençlere daha çok açılmasını gönülden temenni ediyorum. Çünkü bir gencin umreye gidişi, sadece onun yolculuğu değil; bir ailenin duası, bir çevrenin umudu, belki de başka niyetlerin kapısı oluyor.
Ve artık şunu söylüyorduk: Biz umre yolcusuyduk.
Hazırlıklar hızlı başladı. İhram, terlik, makas, pamuklu kıyafetler… Bütün bunlar yapılırken bir yandan da sınav haftasındaydık. Zihin biraz dağınıktı ama kalp bambaşka bir yere odaklanmıştı. Bu yolculuk sadece bedensel bir hazırlık değil, aynı zamanda içsel bir hazırlıktı.
22 Kasım gecesi İstanbul Havalimanı’ndan ihramlı bir şekilde yola çıkacaktık. Havalimanına vardığımızda abdest aldık, iki rekât umre namazı kıldık ve niyet ettik. Yaklaşık 150 kişilik bir kafileydik. Telbiyelerle uçağa bindik.
Cidde’ye vardık. Pasaport işlemlerinin ardından otobüsle Mekke’ye doğru yola çıktık. Yorgunduk ama içimizde garip bir diri hâl vardı. İnsan bedeninin yorulduğunu hissediyor ama kalbin ayakta kaldığını da çok net fark ediyor.
Mescid-i Haram’a girişimiz 79 numaralı kapıdan oldu. Hocalarımız önden gidiyordu. Daha içeri girmeden önce özellikle tembih ettiler: “Kâbe’yi görünceye kadar başınızı kaldırmayın. İlk görüş anı önemlidir.” O ana kadar telbiyeler devam ediyordu. Kalabalığın içindeydik ama zihnimde tek bir şey vardı: Birazdan ne göreceğim?
İnsan böyle anlarda farkında olmadan yavaşlıyor. Ayakların yürüyor ama kalp geriden geliyor. Etraf çok kalabalık, insanlar omuz omuza ama garip bir şekilde kimse kimseyi itip kakmıyor. Herkes aynı bekleyişin içinde. Başım yerde, gözüm zeminde ilerlerken içimden sürekli şu geçiyordu: “Gerçekten buradayım. Şu an gerçekten Kâbe’ye gidiyorum.”
Sonra hocalarımız durdu. Kısa bir sessizlik oldu. Kalabalığın uğultusu hâlâ vardı ama benim için sanki arka plana çekilmişti. “Şimdi başınızı kaldırabilirsiniz” dediler.
Başımı kaldırdım.
Kâbe karşımdaydı.
O an ne hissettiğimi tek bir kelimeyle anlatamam. İlk gelen şey sevinç değildi, coşku hiç değildi. Daha çok bir ağırlık hissettim. Göğsüm sıkıştı, kalbim hızlandı. Gözlerim doldu ama ağlayamadım. İnsan bazen çok büyük bir şeyle karşılaşınca ağlayamıyormuş; sadece bakıyormuş. Sanki vücudum “dur” diyordu.
Kâbe’yi kitaplardan, videolardan, fotoğraflardan defalarca gördüm elbette. Ama orada, karşında durduğunda anlıyorsun ki bunların hiçbiri “görmek” değilmiş. Çünkü Kâbe sadece görülen bir şey değil. İnsana bakan, insanın içini yoklayan bir yer.
Hocalarımız, Kâbe’yi ilk görüşte yapılan duanın kabul olacağına dair rivayetlerden bahsetmişti. Bu yüzden bize İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin duasını öğretmişlerdi. O an hiçbir şey eklemek istemedim. Ne uzun uzun konuşmak, ne kendi cümlelerimi kurmak… Sadece o duayı ettim:
“Ya Rabbi, şimdiye kadar yaptığım ve bundan sonra yapacağım bütün duaları kabul eyle.”
Bu duayı ederken fark ettim ki aslında sadece kendim için dua etmiyorum. Annem, babam, kardeşlerim, dostlarım, bana “dua eder misin?” diyen herkes bir şekilde o duanın içindeydi. İnsan orada yalnız olmuyor. Kalbi, tanıdığı tanımadığı insanlarla dolu oluyor.
Bir süre olduğum yerde kaldım. Tavafa hemen başlamadık. Sadece baktım. Kâbe’nin etrafında dönen insanlara baktım. Her renkten, her dilden, her yaştan insan… Kimisi ağlıyor, kimisi sessizce yürüyor, kimisi ellerini kaldırmış dua ediyor. Dünyanın her yerinden kopup gelmiş insanlar, tek bir merkezin etrafında dönüyordu. Dedimki sonra: Hayatta bu kadar net olan çok az şey var. Dönülecek yer, bakılacak yön, durulacak merkez…
Sonra tavaf için niyet ettik. Kalabalığın içine karıştık. İlk adımı attığımda şunu fark ettim: Burada yürümek, başka hiçbir yerde yürümeye benzemiyor. İnsan sadece ayaklarıyla değil, zihniyle ve kalbiyle de yürüyor. Her adımda geçmiş geliyor aklına. Söylediğin sözler, yapamadıkların, ertelediklerin, yanlışların… Ama tuhaf bir şekilde bunlar insanı boğmuyor. Çünkü burada yargılayan bir bakış yok. Burada affa açılan bir kapı hissi var.

İlk şavtta ne okuduğumu bile tam hatırlamıyorum. Dilim dualar ediyordu ama zihnim çoğu zaman susuyordu. Kalabalık çoktu, zaman zaman omuz omuza kaldık. Ama buna rağmen kimse kimseye sert değildi. Bu beni çok etkiledi. İnsanlar sabırlıydı. Birbirine yol vermeye çalışıyordu. O hengâmenin içinde bile bir edep hâli vardı.
Bir süre sonra sıcaklığı hissetmemeye başladım. Yorgunluk da geri plandaydı. Sanki beden bir noktadan sonra vazifeyi kalbe devretmişti. Yedi şavtın nasıl geçtiğini anlamadım. Bitirdiğimizde hafiflik hissettim. Büyük bir coşku değil, daha çok bir “tamamlanmışlık” hissi. Sanki uzun süredir taşınan bir yük, sessizce omuzdan alınmış gibiydi.
Tavaf bittikten sonra geri dönüp Kâbe’ye bir daha baktım. İlk bakıştaki ağırlık hâlâ vardı ama bu sefer yanında başka bir his daha eklenmişti: Yakınlık. İlk görüşte insan yabancı gibi bakıyor. Tavaftan sonra ise sanki tanıdığı bir yere bakıyor.
Tavaftan sonra zemzem içtik. Kâbe’ye bakarak içmek bambaşka bir his. Bir yudum alırken içimden “Ya Rabbi, bunu da şahitlik olarak yaz” dedim. Çünkü o anlar insanın zihninde değil, başka bir yerde duruyor. Sonra tavaf namazını kıldık. Namazda secdeye vardığımda, secdenin uzadığını fark ettim. Kalkmak istemiyordum. Ama yine kalktım. Çünkü burada bile bir düzen var.
Tavaf namazından sonra Safâ–Merve’ye yöneldik. Mesafe kısa ama anlamı çok büyük. Say, diğer ibadetlerden farklı bir ruh taşıyor. Burada durmak yok. Sürekli gidip geliyorsun. Bir uçtan diğerine.
Safâ’dan Merve’ye doğru ilk yürüyüşte şunu düşündüm: Bu, bir annenin hikâyesi. Hazreti Hacer validemizin… Çocuğu için su arayan bir annenin. Çaresiz ama teslim olmuş bir annenin.
Yedi defa gidip geliyorsun. Ama bu yedi gidiş geliş sadece bir mesafe değil. İnsanın içindeki “acaba olur mu?” sorusuyla “Allah bilir” teslimiyeti arasında gidip gelmesi gibi. Yeşil ışıkların olduğu bölgeye her geldiğimizde biraz hızlandık. Hocalarımız özellikle erkeklerin burada daha hızlı yürümesini söylemişti. Koştuk. Ama bu koşu bir telaş koşusu değildi. Daha çok bir hatırlatma gibiydi. “Gayret et ama sonucu Allah’a bırak.”
Say sırasında yorgunluk daha belirginleşiyor. Tavafta kalabalık seni taşıyor gibi hissediyorsun. Sayda ise daha çok kendi bedeninle baş başasın. Ayakların yanıyor, dizlerin ağırlaşıyor. Ama bitirmeden durmuyorsun. Çünkü burada durmak diye bir şey yok. Devam ediyorsun.
Yedinci gidiş gelişten sonra say tamamlandı. O an içimde bir ferahlık hissettim. Ardından saçlarımızı kestik. Bu, umrenin tamamlandığı an. İhramdan çıkmak… İnsan bu anın küçücük bir detay olduğunu sanıyor ama aslında çok şey anlatıyor. Sanki bir hâlden başka bir hâle geçiyorsun.
İlk umre böyle tamamlandı.
Yorgundum. Çok yorgundum. Ama bu, uykuyla geçecek bir yorgunluk değildi. Daha çok içten gelen bir ağırlığın hafiflemesi gibiydi. Otele dönerken şunu düşündüm: “İlk umre insanı şaşırtıyor. Asıl derinlik, bundan sonrakilerde olacak.”
Ve gerçekten de öyle oldu.
İlk umreden sonra Mekke’de günler birbirine karışmaya başladı. Sabah mı, akşam mı çok fark etmiyordu. Çünkü şehir hiç durmuyordu. Gece de gündüz gibi kalabalık, gündüz de gece kadar yoğundu. Mekke için “zahmet şehri” denmesinin ne demek olduğunu orada anladım.
Yedi gün boyunca Mekke’de kaldık. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Bir gün diğerinin aynısı gibi ama her gün biraz daha farklı bir hâlle geçiyordu. Otelimiz Kâbe’ye yürüme mesafesindeydi. Bu büyük bir nimetti. Canımız ne zaman istese Kâbe’ye gidebiliyorduk. Bazen bir namaz için, bazen sadece bakmak için.
Kâbe’ye her gidişimde hislerim değişti. İlk günlerde daha çok şaşkınlık ve yorgunluk vardı. Sonraki günlerde ise daha sakin bir hâl geldi ve kalbi yakan o karışık duygu ama manevi lezzeti doruğunda yaşatan duygu... Kalabalık hâlâ vardı, sıcak hâlâ vardı ama insan alışıyor. Hatta bir yerden sonra o kalabalığın içinde yürümek bile garip bir şekilde normalleşiyor.
Mekke’de çok gezmedik. Zaten burası gezilecek bir şehir değil. Burası merkeze gidilecek bir şehir. Yine de Cennetü’l-Muallâ’ya gittik. Hz. Hatice validemizin ve birçok sahabenin bulunduğu bu mezarlığın bugünkü hâli insanın içini burkuyor. Mezar olduğu anlaşılmayan düz bir alan gibi. Osmanlı dönemindeki hâlini gösteren görsellere sonradan baktığımda aradaki fark daha da netleşti.
İkinci umre için Hz. Âişe Mescidi’ne gittik. Orası mikat sınırı olduğu için ihrama yeniden orada girdik. İhramı ikinci kez giymek ilkine göre daha sakindi. Ne yapılacağını biliyorduk. Bu da ibadeti biraz daha rahat yapmamızı sağladı. İkinci umre daha kısa sürdü ama daha düzenliydi.
Toplamda iki umre ve yedi tavaf nasip oldu. Elhamdülillah.
Mekke’de kaldığımız süre boyunca en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de insanların hâliydi. Kalabalık çok olmasına rağmen insanlar genelde sabırlıydı. Yer yer sıkışmalar olsa da büyük bir gerginlik yaşanmadı. Bu da Mekke’nin insana kazandırdığı bir hâl olsa gerek.
Mekke’de şunu çok net fark ettim: Bilmeden bakınca her yer beton. Bilince ise her yer hatıra. Bu yüzden Talha Uğurluel Hoca’nın “Mekânları ve Olaylarıyla Hz. Muhammed’in Hayatı – Mekke & Medine” kitabını özellikle tavsiye ederim. Ben kitabı almıştım ama orada okumaya fırsat olmadı. Şimdi okuyorum ve keşke gitmeden önce okusaydım diyorum. Çünkü Kâbe’nin karşısındaki bir otelin bile, Hz. Ebû Bekir’in evi olduğunu bilince insana bambaşka hisler yaşatıyor.
Mekke’de son cuma namazımızı kıldıktan sonra toparlanmaya başladık. Artık Medine yolculuğu görünmüştü. Kâbe’den ayrılmak zor bir histi. İnsan gitmeden önce bile özlemeye başlıyor. Son bir kez bakmak, son bir kez yürümek istiyorsun ama vakit geliyor ve çıkıyorsun.
Otobüslerle Mekke’den ayrıldık. Yaklaşık altı–yedi saat sürecek bir yolculuk vardı. Mekke’nin kalabalığı geride kalırken yol daha sakinleşti. Camdan dışarı baktığımda, ardımızda bıraktığımız o büyük hareketliliğin yavaş yavaş uzaklaştığını hissettim.
Yol üzerinde Bedir’e uğradık. Bedir, kitaplardan bildiğimiz bir yer ama orada durunca işin rengi değişiyor. Üç yüz civarında Müslümanın, sayıca çok daha üstün bir orduya karşı verdiği mücadeleyi düşünmemek mümkün değil. Savaşın yapıldığı arazi bugün çok bakımlı sayılmazdı ama insan orada durduğunda tarihin tam ortasında olduğunu hissediyor. Orada yine aynı duayı ettim: Bu topraklara sahip olmayı değil, hizmet etmeyi bilenlerden olmayı.
Bedir’den sonra yolumuza devam ettik. Gün batmıştı çoktan. Yol uzundu ama Medine’ye yaklaştıkça içimde başka bir heyecan başladı. Mekke’den farklı bir şehre gidiyorduk; herkesin anlattığı o sakin, o huzurlu yere.
Gece vakti Medine’ye vardık. Diyanet’in ayarladığı otele yerleştik. Otelimiz Mescid-i Nebevî’ye yürüme mesafesindeydi. Biraz dinlendikten sonra, Resûlullah’ı selamlamak için toparlandık.

Salavatlarla Mescid-i Nebevî’ye doğru yürüdük. Yeşil Kubbe’yi uzaktan görmek bile insanı etkiliyor. Medine’nin havası Mekke’den çok farklıydı. Daha sakin, daha sessiz, daha yumuşak.
Selamlama kapısına geldiğimizde Osmanlı tuğrası dikkatimi çekti. Medine’de Osmanlı’dan kalan izler Mekke’ye göre daha belirgindi. Resûlullah’ı selamladık. “Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” derken insanın sesi bile değişiyor.
Yanında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de metfun. Onları da selamlayıp Mescid-i Nebevî’ye geçtik. Yatsı namazını orada kıldık. İlk geceden Medine’nin insanı saran bir tarafı olduğunu hissettim.
Medine’de üç gün kaldık. Vakit namazlarında Mescid-i Nebevî’ye gitmeye çalıştık. Bazen tek başıma, bazen arkadaşlarla. Medine’de zaman daha yavaş akıyor gibiydi. İnsan acele etmiyor, etse bile şehir buna izin vermiyor.

Medine’de insanların hâli de dikkat çekiciydi. Daha nazik, daha sakin, daha anlayışlı bir tavır vardı. Alışverişte, yürürken, mescidde bu farkı hissedebiliyordunuz.

Uhud’a gittik. Aynayn Okçular Tepesi’ne çıktık. Uhud Savaşı’nı burada düşünmek çok farklı. Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek dişinin kırıldığı, Hz. Hamza’nın şehit edildiği bu yerde insan daha çok itaati düşünüyor. Uhud, kahramanlık anlatısından biz müslümanlara önemli bir derstir.

Cennetü’l-Bakî’ye de gittik. Mescid-i Nebevî’nin hemen yanında olmasına rağmen insanın içini burkan bir hâli var. Necip Fazıl’ın bahsettiği gibi, mezarlık hissinden çok bir taş tarlası görüntüsü hâkim. Oysa burada Hz. Osman, Peygamber Efendimiz’in eşleri ve birçok sahabe yatıyor. Osmanlı dönemine ait görsellere bakınca bugünkü hâli insanı daha çok düşündürüyor. (soldaki görsel Osmanlı döneminden, sağdaki ise günümüzden)
Medine’den ayrılacağımız gün yaklaşırken içimde garip bir huzursuzluk başladı. Bu, acele etme ya da telaş değildi. Daha çok, bir şeyin bittiğini fark etmenin verdiği sessiz bir hüzündü. Valizler toplanıyor, saatler konuşuluyor ama kalp hâlâ Mescid-i Nebevî’de kalıyordu.

Son kez Mescid’e doğru yürüdüm. Avludan geçerken etrafa daha dikkatli baktığımı fark ettim. Sanki her köşeyi aklıma kazımak ister gibiydim. Yeşil Kubbe’ye son kez baktım. Resûlullah’ı bir kez daha selamladım. Bu seferki selam biraz daha farklıydı. Daha yavaş, daha içten. İnsan ayrılırken ne söyleyeceğini de tam bilemiyor. Sadece kalbinden geldiği gibi selamlıyor.
Otobüse bindiğimizde Medine yavaş yavaş geride kaldı. Camdan dışarı bakarken, bu şehirden ayrılmanın Mekke’den ayrılmaktan farklı bir his olduğunu düşündüm. Mekke insanın kalbini yakıyor, Medine ise onu sarıyor. Buradan ayrılmak, bir yerden değil de bir hâlden ayrılmak gibi geliyor insana.
Yol boyunca çok konuşmadım. Kendi kendime düşündüm. Buraya gelirken neydim, giderken ne oluyorum? Cevabı net değildi ama şunu hissediyordum: Buradan bir şeyle dönüyordum. Bir eşya değil, bir hatıra da değil. Daha çok bir sorumluluk gibi.
Türkiye’ye döndükten sonra da bunu fark ettim. Namaza durduğumda bazen gözüm Kâbe’yi aradı. Salavat getirirken Medine geldi aklıma. Günlük hayatın içinde, hiç beklemediğim anlarda içimde kısa bir sıkışma oldu. Sanırım bu da oranın izi.

Bu umre bana şunu öğretti: Gitmek bir başlangıç, dönmek asıl imtihan. Orada kazandığın hâli burada koruyabilmek en zor olanı. Rabbim umremizi kabul buyursun, eksiklerimizi affetsin ve bir daha çağrılmayı nasip etsin.
Burada ayrıca şunu da ifade etmek isterim: Bu yolculuk bir kişinin değil, birçok kişinin emeğiyle mümkün oldu. Başta TÜGVA görevlilerine, Diyanet görevlilerine, yol boyunca rehberlik eden grup hocalarımıza ve bu süreçte katkısı, desteği, emeği olan herkese kalpten teşekkür ediyorum. Rabbim hepsinden razı olsun, yaptıkları hizmetleri hayırla yazsın.
Elhamdülillahirabbilalemin.
Enes Özdemir
Yorum Yaz