İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Modernleşme kavramını anlayabilmek için önce modernite ve modernizm kavramlarını bilmemiz gerekmektedir. Bu kavramları bildikten sonra bizim modernite ve modernizme nasıl yaklaştığımız ve nasıl bir modernleşme çabası içinde olduğumuzu kavrayabiliriz. Fakat bunların hepsinden önce bu kavramlar ile aramızdaki ilişkiyi bilmek için kendimizi bilmeliyiz. Kim olduğumuz sorusuna bir cevap veremiyor isek modernite ile alakalı kavramları anlasak da kendimiz ile ilişkilendiremeyiz. Kim olduğumuz sorusuna cevap verirken lafzi olarak bir şey söylemek zor olabilir fakat “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” deyimi bu soru için güzel bir cevap teşkil etmektedir. Kişi ancak teslim olduğu şeyi temsil edebilir. Yaptığımız işler ve davranışlarımız esasında bizim kim olduğumuza dair bilgi verir. Zalim bir kişinin merhametten bahsetmesinin veya kendini merhametli birisi olarak anlatmasının bir anlamı yoktur. Burada esas mesele bizim kim olduğumuzu yansıtan işlerimizin neler olduğudur. Bu meseleye de bir turist gözünden bakabiliriz. İstanbul’a gelen bir turist bizim iş hayatımızı, kentleşmemizi, yaşam tarzımızı, giyinişimizi ve bunun gibi bizim kimliğimizi ve kültürümüzü yansıtan pek çok özelliğimizi gördüğü zaman bizim kim olduğumuz hakkında net bir cevap verebilir ise o zaman kim olduğumuzu tanımlayabiliyoruz demektir. Bu sorulara cevap verebiliyorsak modernitenin ne olduğu ile ilgilenebiliriz.
Modernite için pek çok farklı tanım ve açıklama yapılmıştır. Moderniteyi ele alırken herkesin üzerinde mutabık olduğu belli sınırlar üzerinden ele almamız gerekmektedir. Modernite kelimesi ilk olarak modernus şeklinde kullanılmıştır. Modernus 5. Yüzyılda Roma’da Hristiyanlığı, pagan geçmişten ayırmak için kullanılmıştır. Bu kelime ise Latince modo kökünden türemiştir. Modernus kelimesinin Türkçe karşılığı bugün, şimdi gibi anlamlara gelmektedir. Modernite ise kelime anlamı itibariyle "geçmişte kalmamış", "şimdiye ait", "ilerlemiş" olanı ifade eder[1] Modernitenin kelime manası bu şekilde iken tarihsel anlamda bir uygarlık çağıdır. Modernitenin diğer uygarlıklarda olduğu gibi ayırt edici belli başlı özellikleri vardır. Modernite bir dönemden ziyade geçmiş ile kesin bir ayrılığı da ifade etmektedir. “Burada söz konusu olan geçmişin bilinmedik semantik alanını yapılaştıran yeni bir mantık, artık düne ait olmayan ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir [2]”. Buradaki modernite tanımından da yola çıkarak modernitenin geçmiş ile kesin bir kopuşu ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu tanımları yaparken bu kavramın o zamanın Avrupa’sında ortaya çıkıp şekillendiğini de unutmamak gerekir. Yani bu kavram her ne kadar Avrupa ile sınırlı kalmayıp diğer coğrafyalara yayılmış olsa da Avrupa’ya has bir kavramdır. Avrupa’daki geçmiş ile kopuşu ifade eder. Yine Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketleri ile başlayan bir çok devrim modernite döneminin ruhunu oluşturur. Sadece bir dönemi değil aynı zamanda yeni bir zihniyet dünyasını da ifade eder.
Modernizm ise modernite dediğimiz bu değer yargısı barındırmayan tarihsel dönemin belli bir değer yargısına bürünmesi ile meydana gelen ideolojidir. Modernite bir dönemi ifade ederken modernizm ideolojik bir forumdur. Modernizm tarihsel süreçte ortaya çıkan olguların, belirli bir değer yargısı ile bütün dünyaya yayılması amacını taşıyan, Avrupa’da şekillenmiş yenidünya anlayışını, bütün toplumlara ikame etmeyi arzulayan bir bilinç türüdür [3].
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere modernizm ideolojisi Avrupa’yı merkeze alan bir yaklaşım içermektedir. Bu tanıma göre modernizm Avrupa’nın diğer toplumlardan ileri konumda olduğunu ve diğer toplumların ulaşacağı en ileri noktanın Avrupa düzeyi olduğunu bütün toplumlara yayma ideolojisidir.
Modernizmin bu ideallerine diğer toplumlardan gelen cevaplar modernleşme hareketleri olarak adlandırılır. Modernleşme modern olana ulaşmaya çalışmak için yapılan şeyleri içeren bir süreçtir. Her toplumun kendine ait bir modernleşme serüveni vardır. Bundan dolayı belli bir modernite ve modernizmden bahsedebilirken bir tek modernleşme söz konusu değildir. Hatta bazen bir milletin birden çok modernleşmesi dahi olabilir. Buna kendi tarihimizden örnek verebiliriz. Osmanlı modernleşmesi ve Cumhuriyet modernleşmesi bizim modernleşme serüvenimiz içerisindeki farklı modernleşme çabalarıdır.
Tüm bu kavramlar şu şekilde özetlenebilir; “Gelinen noktada Rönesans ve Reform hareketleri ile başlayan, Sanayi Devrimi, bilimsel devrimler, Fransız Devrimi ve sekülerleşme gibi yeni olguların içiçe geçişlerle şekillendirdiği, Avrupa’da geleneksel paradigma ile keskin bir kopuşu ifade eden tarihsel döneme modernite adını vermekteyiz. Bu dönemin sonuçlarının Aydınlanma düşüncesi ile irtibatlı bir şekilde gelişen ilerlemecilik, hümanizm, evrenselcilik, kapitalizm, deizm, ateizm ve milliyetçilik gibi paradigmalarla bütün toplumlara yaygınlaştırılması projesine ise modernizm diyebiliriz. Gerek moderniteye gerekse modernizme uyum sağlamak isteyen toplumların modern olana ulaşma adına kendi toplumlarındaki yenileşme hareketlerini ise modernleşme olarak tanımlıyoruz [4]”.
Bu kavramları da tanımladıktan sonra bizim modernite ile olan ilişkimize bakabiliriz. Avrupa’ya has bir olgunun bizim tarihimize nasıl girdiği dikkat çekmektedir. Bunun bir çok sebebi vardır. Osmanlı Batı karşısında güç kaybına uğradığı zaman bunun sebebi sorgulanmış ve bunun sonucunda iki temel soru ortaya çıkmıştır. Bu sorulardan birisi neden geri kaldığımız diğeri ise bu geri kalmışlıktan kurtulmak için ne yapmalıyız sorusu olmuştur. Buradaki geri kalmışlıktan kasıt maddi manadadır. Neden geri kaldık sorusunun bir çok cevabı vardır. Bunlara örnek olarak Osmanlının sanayi alanında başarısız olması, coğrafi keşiflere katılamaması, dünyadaki yenilikleri takip edemeyişi, ordu teknolojisinin yetersiz kalması gibi bir çok cevap verilebilir. Fakat asıl önemli olan ve bizdeki modernleşme hareketlerini başlatan soru geri kalmışlıktan nasıl kurtulacağımız sorusu olmuştur.
Osmanlıda bu soruya karşılık dört farklı akım ortaya çıkmıştır. Bu akımların amacı Osmanlı’yı tekrardan güçlü ve ileri bir devlet konumuna getirmekti. Bu dört akım İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık ve Türkçülük olarak adlandırılmaktadır. İslamcılık, geri kalmışlığımızın sebebini dinden uzaklaşmakla bağdaştıran ve çözümün dine geri dönüşte olduğunu savunan, bununla birlikte dünyadaki Müslümanların siyasi bir birlik kurmasını arzulayan fikir akımıdır. Türkçülük, dünya üzerindeki Türk topluluklarını Turancılık etrafında bir araya getirmeyi arzulayan fikir akımıdır. Osmanlıcılık, Osmanlı’daki bütün yaşayan tebaayı, din, dil, etnik köken ayırmaksızın hürriyet ve eşitlik ortamında tek bir Osmanlı vatandaşı kimliği altında birleştirmek isteyen fikir akımıdır. Batıcılık ise devletin ve toplumun Batılılaşarak ve Avrupa’ya benzeyerek geri kalmışlıktan kurtulabileceğini düşünen fikir akımıdır. Bu iki soru aslında modernitenin ne olduğunu anlamlandırabilme ve moderniteye nasıl bakmamız gerektiği esasına dayanan sorulardır. Bu esasa dayanarak Türk modernleşmesi literatürü ortaya çıkmıştır. Bu literatüre bakıldığı zaman Osmanlının değişime karşı ve yeniliklere kapalı bir devlet olduğu gibi yanlış bir kanaat meydana gelmiştir. Sanılanın aksine Osmanlının böyle bir problemi yoktur. Yöneticiler bir değişim olması gerektiğini düşünmektedir. Zaten Osmanlı gibi geniş bir coğrafyaya hükmeden ve zamanının en güçlüsü olan bir devletin yeniliklere ve değişime karşı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Bu duruma, Osmanlının en güçlü olduğu dönemlerde Kanuni Sultan Süleyman’a sadrazamlık yapmış olan Lutfi Paşanın Asafname adlı eserinde devlet teşkilatındaki aksaklıkların dile getirilmesi ve çözüm yolları önerilmesi örnek verilebilir. Bunun gibi daha nice örnek verilebilir tabii ki reformların çoğu varolan sistemler üzerinden ilerliyordu. Osmanlı düşüncesindeki asıl sorun değişimin nasıl olacağı meselesiydi. Hem değişirken hem de nasıl kendimiz olarak kalabilecektik? Osmanlı'nın yüzyıllarca yılda inşa ettiği hatta dünyevi merkez olarak gördüğü padişahlık nasıl değişebilirdi? Allah'ın tek olduğu gibi yönetim biçimi de bir olmalıydı düşüncesiyle bazen değişimler kökten olmadı, büyük oranda varolan sistemlere entegre edilebilecek öneriler ortaya çıktı. Ancak "Değişim, Gelişim, Girişim" çağı olan 19. yüzyıla varıldığında artık radikal kararlar alınması gerekiyordu. Önümüzdeki iki yoldan biri kendimizi muhafaza ederek değişmekti. Diğer yol ise benliğimizden ödün veren Batı tarzı bir değişimdi.
Türk modernleşmesini, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesi olarak iki bölüme ayırabiliriz. Osmanlı modernleşmesi 3.Selim ile başlamış ve 2. Meşrutiyete kadar devam etmiştir. 2. Meşrutiyetten sonrası ise Cumhuriyet modernleşmesi olarak adlandırılmaktadır. Osmanlının ne zaman modernleşmeye başladığı ile ilgili bir tarih vermek zordur ancak ilk olarak askeri alanda modernleşme hareketlerine başlandığını söyleyebiliriz. Bu da bir tesadüf değildir çünkü Osmanlı Avrupa’nın gerisinde kalmaya başladığını ilk olarak savaş meydanlarında anlamıştır. 2. Viyana Kuşatması ile birlikte İstanbul’un fethinde kullanılan ve çağın en ileri teknolojisine sahip olan ordumuzun bu kuşatmada yeterli teknolojiye sahip olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. Bu savaş ile Avrupa’nın psikolojik olarak artık Osmanlıya karşı daha güçlü duruma gelmeye başladığını fark etmesi ve ilerleyen yıllardaki diğer yenilgilerle birlikte Batının bu alanda bizi geçtiği ve artık bizden daha iyi olmaya başladığına kanaat getirilmiştir. Bu durum bizde önce ordudan başlayan ve daha sonra da topluma yayılan Avrupa hayranlığını beraberinde getirmiştir. Daha da ileri dönemde Batılılaşmanın topluma yayıldığı, mimarimize, gündelik yaşantımıza ve giyinişimize yansıdığı ve daha bir çok sivil reformların yaşandığı dönem Lale Devri olarak isimlendirilmiştir. Aynı şekilde modernitenin en önemli kaynağını oluşturan matbaa da Lale Devrinde İbrahim Müteferrika tarafından getirilmiştir. Lale Devrini en çok etkileyen kişilerden biri de Yirmisekiz Mehmet Çelebidir. Mehmet Çelebi Fransa gezisi sonrasında oraya duyduğu hayranlık Osmanlı’da kabul görmüş ve Fransa’nın mimarisi İstanbul’da uygulanmaya başlanmıştır. Hatta Mehmet Çelebi, Fransa betimlemelerinden birinde "Dünya mü'minin zindanı, kâfirin de cennetidir" hadisini hatırlatmaktadır. 3.Ahmed ile devam eden Lale Devri bu uygulamalardan rahatsız olan Patrona Halil İsyanı ile son bulmuştur. Bu devrin bitişi ile gündelik hayattaki batılılaşma için önemli bir dönem sona ermiştir fakat ilerleyen dönemlerde Batılılaşma hareketi farklı alanlarda devam edecektir. Bu olaylar Osmanlı modernleşmesinin temelini oluşturmuştur. Sonraki dönemlerde ise daha somut düzenlemeler yapılacaktır. Osmanlının modernleşmesinin önündeki engellerden biri de yeniçeri ocağıydı. Yeniçeriler ülke içerisinde imtiyazlı bir konuma sahipti bu sebepten ötürü yenileşme hareketlerine oldukça karşıydılar. Yeniçerilerin yenileşmeye karşı olan bu tutumundan dolayı 3.Selim daha yeni bir ordu olan Nizam-ı Cedid ordusunu kurmuştur. Nizam-ı Cedid yeni düzen anlamına gelmektedir bu yenilik sadece orduyla sınırlı kalmamış orduya bağlı olan bürokraside de düzenlemeler yapılmıştır. 3. Selim devrindeki Nizam-ı Cedid girişimi, Avrupa tarzında eğitilmiş talimli ordusu dahil olmak üzere devletin, çağın şartlarına göre düzenlenmiş bütün kurumlarını içine alan genel ve yapısal bir gelişme göstermiş, hatta devlet idaresinin belirli ve değişmez ilkeler içinde, kişilerden bağımsız bir sisteme oturtulması ve yönetimin Avrupa’nın ‘saat gibi işleyen yeni nizamı’nı örnek alması gerektiği ileri sürülmüştür [5]
Fakat bu yenileşme hareketleri ekonomik açıdan sıkıntılara yol açmış ve bu durum karşısında yeniliğe karşı olan yeniçeriler Kabakçı Mustafa paşa önderliğinde isyana girişmişlerdir. Bu olaylar Nizam-ı Cedidin ortadan kaldırılmasına ve 3.Selimin öldürülmesine sebep olmuştur. 3. Selimin ortadan kaldırmaya çalıştığı yeniçeri ordusu 2. Mahmut döneminde ilga edilmiştir ve bu olay Vaka-i Hayriye, yani hayırlı olay olarak isimlendirilmiştir. 2. Mahmut’un bu hareketi ile modernleşmenin önündeki en önemli sorunlardan biri ortadan kalkmış ve kurumsal olarak modernleşmenin önü açılmıştır. 2. Mahmut daha çok Avrupa tarzında yenilikler yapmıştır. Bu yeniliklere, devlet memurlarının geleneksel kıyafet yerine o zamanın Avrupai kıyafetleri olan ceket, pantolon ve fes giymesi zorunluluğu getirilmesi, mehteranı kaldırarak operayı kurdurması, Batı kültürünü ve eğitimini Osmanlı’ya getirmeye çalışması, medrese dışındaki eğitim kurumlarını taşralarda yaygınlaştırmış olması ve buralarda modern eğitim anlayışını halka kazandırmaya çalışması, divanı kaldırarak günümüzdeki bakanlık sistemine benzer küçük meclisler kurması örnek verilebilir. Yine 2. Mahmut döneminde Takvim-i Vekayi adlı resmi gazete üzerinden yapılan yenilikler halka duyurulmuştur. 2. Mahmut yapılan yeniliklerin hepsini kendi isteği ile yaptığını söylemek zordur. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanında İngiliz Devletinden yardım alan 2. Mahmut İngilizlerin ıslahat çağrılarına kulak vermek zorunda kalmıştır. Bu yenileşme süreci 2. Mahmut ile sınırlı kalmamış ilerleyen dönemlerde de devam etmiştir.
Bu süreçteki kritik noktalardan biri de Tanzimat Fermandır. Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilen Tanzimat, düzene koymak anlamına gelen tanzim kelimesinden türemiştir. Tanzimat Fermanı ile birlikte devlet işlerini belirli bir düzene koymak hedeflenmiştir. Tanzimat fermanı ile ortaya konulan ıslahatların geçerli olduğu ve 1. Meşrutiyete kadar süren bu döneme Tanzimat Dönemi denmektedir. Tanzimat Fermanı, Osmanlının kuruluşundan itibaren Şeriata ve Kur’an hükümlerine uygun yaşadığı için devrin en güçlü devleti olduğunu fakat son asırda bu hükümlerden sapıldığı için güç kaybı yaşandığı ve devlet işleyişinin bu hükümlere göre tekrar tanzim edilerek eski gücüne kavuşabileceğini vurgulamaktadır. Yani bu ferman o dönemin İslami hassasiyetlerini gözeten bir fermandır. Bu ferman ile Osmanlıya gelen en önemli yeniliklerden birisi de Müslim ve Gayrimüslimin eşit sayılmasıdır. Bu yenilik siyasi zorunluluklar içeren bir yeniliktir. Buradaki amaç Fransız ihtilali ile artan milliyetçilik akımının, Osmanlıdaki gayrimüslimleri etkilemesinin önüne geçmektir. Bu ferman ile birlikte Müslim ve Gayrimüslim olarak sınıflandırılan Osmanlı tebaası artık birbirine eşit sayılmış ve milliyetçilik akımının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu süreç Tanzimat fermanının ardından Islahat Fermanı ile devam etmiştir. Amaç yine aynı şekilde tek bir tebaa oluşturmak ve Osmanlı vatandaşlığı anlayışını oluşturmak olmuştur.
Tanzimat dönemi uygulamaları Müslüman tebaayı rahatsız etmiş ve bu süreç 1. Meşrutiyetin ilanına kadar devam etmiştir. 1. Meşrutiyet, Avrupai bir devlet düzeni isteyen ve Genç Osmanlılar olarak adlandırılan grubun ısrarı ile Sultan 2. Abdülhamid döneminde ilan edilmiştir. Mebuslar Meclisinin kurulması ve Kanun-i Esasinin ilanı, yine bu dönemde yapılan devletin yönetim sistemi boyutunda modernleşme hareketlerinden bazılarıdır. İlerleyen dönemde Sultan Abdülhamid, Rus Harbindeki başarısızlığın müsebbibi olarak meclisi sorumlu tutmasından dolayı meclis kapatılmış ve 1. Meşrutiyet dönemi sona ermiştir. Bu tarihten 2. Meşrutiyetin ilanına kadar olan dönemde Sultan Abdülhamid yenilik hareketlerine devam etmiştir. İttihat ve Terakki cemiyetinin baskıları ile Sultan Abdülhamid 2. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine meşrutiyete karşı bir grubun ayaklanması, Mahmud Şevket Paşa önderliğindeki hareket ordusu tarafından 31 Mart tarihinde kanlı bir şekilde bastırılmış, Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş ve Sultan Abdülhamid’in kullandığı Yıldız Sarayı yağmalanmıştır. Yıldız sarayının yağmalanması, içerideki mücevherlerin çalınması ve daha nice ahlaka aykırı davranış tarihimize kara bir leke olarak geçmiştir. 2. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte bir çok siyasi parti kurulmuş ve bu partiler meşruluğunu geleneksel unsurlara değil yeni oluşmaya başlayan Türk ulusuna dayandırmıştır. Tüm bu olanlar sonucunda 2. Meşrutiyetin ilanından sonra modernleşe hareketleri artık halkın gündelik yaşamına girmeye başlamıştır. Osmanlı modernleşmesi genel hatlarıyla bu şekilde gerçekleşmişti.
Devam eden dönemdeki modernleşme hareketleri Cumhuriyet modernleşmesi olarak isimlendirilmektedir. Cumhuriyet modernleşmesi Osmanlı modernleşmesine göre daha radikal ve daha Avrupa merkezli gerçekleşmiştir. Fakat bu yazıda Cumhuriyet modernleşmesine pek fazla değinmeden geçeceğiz.
Peki bizim, kendi açımızdan da tarihine yüzeysel bir şekilde değindiğimiz bu kavramlara nasıl bir bakış açısıyla yaklaşmamız gerekmektedir. Modernite, zamanın bize getirdiği şeyleri tanımlar. Tarihsel bir dönemi ifade eder. Bu dönem, kolaylıkları ve avantajları içinde barındırdığı gibi zorlukları ve dezavantajları da içinde barındıran bir dönem olmuştur. Moderniteyi reddederek bir yere varamayacağımız gibi ona bütünüyle teslim olarak da bir yere varamayız. Bizim yaşam kurallarımızı modernite ile gelen yenilikler belirlememektedir. Bizim nasıl yaşamamız gerektiğini dinin kuralları yani Allah’ın kanunları belirler. Eğer biz tamamıyla bu çağa teslim olursak ve zamanın her getirisini kabul edersek irademizi ortadan kaldırmış ve zamanı, aşkın bir varlık olarak kabul etmiş oluruz. Halbuki biz Müslümanlar olarak her şeyin Allah’tan geldiğini kabul ederiz ve ona teslim oluruz. Fakat çağın her getirisini kabul eden bir zihniyet Allah’a değil, zamana teslim olmuştur. Bir Müslüman olarak bizim sergilememiz gereken tutum, zamana değil zamanın yaratıcısı olan Allaha teslim olmaktır. Burada bizim bakış açımız, İslam’a çağın gözüyle değil, çağa İslam’ın gözüyle bakmak olmalıdır. Dinin esasları bellidir. Bu esaslara ters düşen zamanın getirileri Müslümanlar için reddedilmesi gereken şeylerdir. Fakat bu tutumu sergilerken çağın getirdiği her yeniliğe karşı olmak da uç bir noktadır. Yani zamanın getirdiği şeyleri kabul edebiliriz fakat buna bütünüyle teslim olmamalıyız. Çağa İslam’ın gözüyle bakabilmeliyiz.
Yorum Yaz