Sicill-i Osmani’nin dediğine göre Mehmet Paşa, bir öküz nalbandının oğlu olduğundan, tarihe bu lakapla geçmiştir. Enderun’dan yetişerek vezir olmuş, Mısır valisi olmuş, Gevher Han Sultan’la evlendikten sonra da derya kaptanı ve nihayet sadrazamlıkta (1614) karar eden, gayretli, hamiyetli, hayrat sahibi, tedbirli, dirayetli ve aynı zamanda nükte erbabı bir devlet adamı olarak bilinir.
Gene kitabın anlattığına göre Mehmet Paşa, kalabalıkça bir mecliste sohbet ederken, dışarıda bir öküz böğürmüş. Paşa, bunu duyanların yüzlerinde alaycı bir tebessüm rüzgarı görünce, kendisi de tebessüm ederek: “Bana sesleniyor ve kendi cinsinin gayrı ile ne diye görüşüp halleşiyorsun diyor!” deyivermiş.
Az evvel gülen yüzleri, paşanın pervasızca verdiği bu nükteli karşılık, bu defa mahcubiyetle kızartmış.
Fakat kitabın yazmadığı ve gene Mehmet Paşa’ya ait bir başka rivayet de vardır ki, devlet adamı olmak heves ve iddiasında bulunanlara verilmiş kesin ve keskin bir öğüt havası taşır.
Şöyle ki, bir Osmanlı veziri demek, güçlü bir devletin, varlıklı insanı demektir.
Uzun asırlar da, bu böyle olmuştur.
Cemiyete, örf ve adetlerin yerleştirdiği alışkanlıklar arasında en itibarlı olanı, hayrat fikri idi. Türk-İslam sentezinin, adeta bir tabiat hadisesi imişçesine, cemiyet toprağında sürüp filizlenen bu alışkanlığından, sayıya hesaba sığmaz şaheserler meydana gelmiştir.
Hayır işlemeyi, ibadetle ikiz kardeş bile cemiyet, neler ve neler yapmamış, insan oğlunun her müşkülünü asan edecek çareler arayıp nasıl da bulmuştur?
Bu hayır sahipleri kimlerdi.? Yalnız vezirler, beyler, paşalar, sultanlar, şehzade ve padişahlar mıydı?
İyilik etmek, güçlükleri kolaylaştırmak yolunda kütle, el ve söz birliği etmiş gibi idi. Onun için de, tüccar, esnaf, efendi, ağa, kadın, kızan, gücü yeten herkes, kendini, bir hayır yapmakla mükellef sayar ve insanların yüzlerini güldürmedikçe, kendi yüzü gülmezdi.
Öyle ki, bu verici eller bu rahîm (çok merhametli) ve şefik gönüller, neler ve neler yapmazlardı.?
Yolların yorgunluklarını ve yolcuların duraklarını ne çok düşünen olmuş, hanlar, hamamlar, namazgahlar, kervansaraylar, hep onlar için meydana getirilmemiş miydi?
Serinlemeye, abdest alıp temizlenmeye, bir maşrapa su içip hararet gidermeye teşne olanlar için de, adım başında çeşmeler, yol kenarlarında kuyular, yer yer sebiller, selsebiller, sarnıçlar, bendler yapanlar da gene, malına hemcinsini ortak sayan anlayışın eserleri değil miydi?
Ya, bir ibadethanenin merkezi etrafında peteklenmiş medreseler, imarethaneler, tabhaneler, şifahaneler, kütüphaneler, aceze ve körhaneler manzumesine de, içtimai yardım adına inşa edilip vakfedilmiş hayır müesseselerinden başka ne damga vurulurdu?
Sanat ve ticaret erbabını kolu kanadı altına almış çarşılar, kapanlar, bedestenler, arastalar, içlerine hile hud’a sokmayan, lonca adlı düğümlerin teminatı ile nasıl sımsıkı bağlanıp kütlenin hizmetinde yararlı olmuştur?
Okmeydanları, gökmeydanları, pehlivan ve kemankeş tekkeleri, zorhaneler, yarış, güren alanları da, kanları kaynayan gençliğin soluklanıp, şevklerini dökecekleri, çoğu vakıf, birer ocaktan başka ne idi?
Bu sayılan sayılamayan ve hayır yapmak alışkanlığı amme menfaatinin kucağına veren sivil mimari eserlerin yanıbaşında, aynı hassas cemiyet, ordusunu nasıl ihmal ederdi?
İşte, etmediği için de, kışlalar, tophaneler, kaleler ve köprüler gibi, gerek savaş gerek barış günleri için lazım olan eserleri de yapmaktan geri kalmamıştır.
Eli, rahatlıkla kesesine giren Öküz Mehmed Paşa da, memleketin orasına burasına serpiştirdiği hayır eserlerinin yanında, bir de Toroslar’ın eteğinde, Ulukışla adı ile künyelenmiş muazzam bir askeri abide yaptırmıştır.
Bu, alabildiğine cesim ve heybetli bina, ülkenin sert iklimine yabancı düşmeyen vakarlı hatta haşin denecek çatık çehresi ile, kim bilir kaç asır, kaç bin, kaç on bin, kaç yüz bin yiğitle karargah olmuştur?
Burada atlar kişnemiş, yatağanlar bilenmiş, kılıçlar şakırdanmış, tüfekler çatılmış, toplar çekilmiş, kazanlar kaynamış, ulufeler dağıtılmış, kahramanlık türküleri çağrılmış, sevda nameleri yazılmış, analardan dua ve şefkat, yardan, yavukludan muhabbetle sadakat dilenilmiş.
Ağlamak bilmeyen gözler ağlamış, yanmak bilmeyen yürekler hasretle dağlanmış. Gazaye susayan, şehadete can atan merd-i meydanlar gelip geçmiştir.
Hey gidi koca Ulukışla… mimarı, ustası, kalfası, işçisi ile temeli, bedeni yükselen, der ü duvarı, çatısı örülen şanlı abide!
Rivayet olunur ki bu azametli bina yapılırken, henüz taş olmaktan kurtulamamış, insan değilse bile, nebat dahi olamamış bu ağır taşları, öküz arabaları taşıyormuş.
Amma bir seferinde, yük o kadar ağırmış ki, o koca koca kaya parçalarını, koca koca öküzler bile çekememiş.
O zaman ne olmuş? Vezir Mehmet Paşa, boyunduruktan çıkardığı öküzlerin yerini almış ve inatla, yerinden kımıldamayan arabayı, var kuvvetiyle çekerek, çakılıp kaldığı yerden söküvermiş.
Bir zamanlar eroğlu erlerin kaynaştığı bu saltanatlı ve ihtişamlı yapı, bugün terk edilmişliğin, bilgisizliğin ve ihtişamlı yapı, bugün terk edilmişliğin, bilgisizliğin, gaflet, cehalet, hatta ve hatta, kötü niyetlerin kazması ile nasıl bir harabeye dönmüş bulunuyorsa, Ulukışla denen o, güngörmüş, eyyam sürmüş azametli yapı gibi, Türk milletinin asırlar boyu barınıp tarihinin ve kaderinin şanını şerefini yedi düvele tasdik ettirdiği devlet kışlası da bir harabeye dönüş bulunuyor.
Bugün de, pehlivan yapılı ve arslan yürekli bir vezir çıkıp, devlet yükünü çekmekten aciz bulunan o çelimsiz gafilleri çayıra salsa… salsa da, mesuliyet boyunduruğunun altına girip, malı ile canı ile, devletini omuzlasa ne olur?
Sanki bu kahramanca davranış, bu kışlanın temeline, bedenine taş taşımaktan daha mı az hayırdır, daha mı az hasenattır?
Samiha AYVERDİ’nin Bağ Bozumu isimli eserinden alıntıdır.