İSMAİL GASPIRALI'NIN DİL ÇALIŞMALARI

YABANCI DİL KAFKASYA & ORTA ASYA EĞİTİM

İsmail Gaspıralı'nın kendisini adadığı Usul-ı Cedid Hareketi'ni ve onun dil çalışmalarını tanıyalım.

İsmail Gaspıralı’nın Dil Anlayışı ve Usûl-ı Cedîd

Giriş:

İsmail Gaspıralı 1851-1914 yılında yaşamış ve gençlerin eğitimi ile özel olarak ilgilenmiş önemli bir münevverdir (Azerice tabir ile ziyalılardandır). Türk dünyasına birçok hizmetleri bulunmuş olan Gaspıralı, açtığı okullarla eğitimde modernleşmenin önünü açabilmiştir. Çocukların okuma yazma dahi öğrenemediği, Medrese sisteminin işlevini kaybettiği bir ortamda Batı tipi okullar açılması gerektiğini savunmuştur. Dil öğrenmek gibi zahmetli ve zor bir işin peşine düşmüş ve en azından çocukların anadillerini okuyup yazabilmelerini istemiştir. 30’lu yaşlarından yukarı olan bugün Türkiye’de herkes, okullarımızda İngilizcenin öğretilemediğini bilir. Son zamanlarda Poliglotların da artmasına paralel olarak ülkemizde dil öğrenebilmek biraz daha kolaylaşmıştır ama hala çok yetersizdir. Bununla birlikte medresede çocuklara anlamadıkları bazı Arapça ve Farsça ibareler ezberletiyorlardı. Çocuklar 5-6 yıl medreseye gidiyor ve hiçbir şey öğrenemeden mezun oluyordu. İsmail Gaspıralı işte tam da bunu değiştirmek ve modern eğitim usüllerinden faydalanmanın yollarını arıyordu. Sadece eğitim alanıyla ilgilenmeyip, tarım ve ticarete yönelik fikirler de öne sürüyordu. Tarım mallarının ihraç edilebilmesi için yolların yapılabilmesi gerektiğini 1900’lü yıllarda biliyor ve söyleyebiliyor olmak önemli bir gelişmedir.

Babası Gaspıra’da doğduğundan ona da Gaspıralı denilmiştir. Babası Rus ordusunda görev yapmış ve teğmen olarak emekli olmuştur. Babasının ismi Mustafa Alioğlu ve annesi ise Kırım Asilzadesi İlyas Mirza Kartafoz’un kızı Fatma Hanım’dır. Gaspıralı da babası gibi Rus ordusuna girmek üzere harp okuluna girmiştir. Lakin buradaki ortamtan rahatsız olmuş ve Türklük milli bilinci okulda gelişmiştir. Modern milletlerin bir ötekileri mutlaka bulunmaktadır. Ruslar kendilerini tanımlarken kim olmadıklarını ve kime karşı olduklarını da tanımlamaktadırlar. Bu devirlerde Türk karşıtı Slavcılık düşünceleri hakimdi. Gaspıralı ise bu ortamdan oldukça rahatsız oldu ve Türkler için mücadeleye girişmeye başladıktan sonra harp okulu ile ilişkisi kesildi.  Bu olaya sebep olay şey ise 1867’de Girit İsyanında Osmanlıyı Rumlara karşı savunmak üzere İstanbul’a gitmek isterlerken yakalanmasıydı.

Gaspıralının Moskova’da eğitim alması onu Rusların eğitim sistemine aşina etmişti. Rusların yükseliş dönemlerindeki bu eğitim sistemi büyük oranda kaliteli olmak durumundaydı. Soğuk Savaş döneminde Ruslar ve Amerika dünyayı iki kutuba bölecek ve Rusya milyonlarca insanı peşinden sürükleyebilecek sosyalizm ve komunizm gibi ideolojilere ev sahipliği yapacaktı. Gaspıralı aynı zamanda Moskova’da Rusça öğrenebilmişti ve Rusya’ya dönemeyince Bahçesaray’da Rusça Hocalığına başlamıştır. Bir süre Fransa’da bulunan Gaspıralı Rus edebiyatı üzerine de okumalar yapmıştır. Osmanlıda zabit olmak istemiş (1874) lakin bu isteği kabul edilmemiştir. İstanbul’da en çok Ziya Paşa, Namık Kemal ve Şinasi Efendilerden etkilenmiştir. Rusça üzerinden büyük ihtimalle iaşesini temin edebilmeye başlayabilmişti. Rusçada özellikle gramer açısından zor bir dil olduğundan öğrenilmesi zor dillerdendir. Özellikle padejler gibi çok fazla ağır konuları bulunmaktadır.

Gaspıralı hayatını söylediği şekliyle Türklerin ortak bir dil oluşturmasına adamıştı. Kimilerine ütopya olarak gelse de bazı şartlar oluşsaydı çoktan gerçekleşmişti. Kendisi “davasını” şu şekilde dile getiriyordu.

“Yirmibeş seneden beri dediğim, yazdığım, çalıştığım budur. Çare açmak, yol açmak, başka bir şey değildir. Çünkü, kavi, necip, ömürlü, sabırlı ve cesaretli olan Türk milletinin, perakende düşüp, Sedd-i Çin’den Akdeniz’e kadar yayıldığı hâlde, nüfuzsuz, sessiz kaldığı lisansızlığından, yani lisân-ı umumî (ortak dil)ye sahip olmadığından ileri gelmiştir. Bu inanışla ömrettim (ya- şadım), bu inanışla mezara gireceğim”

Şu şekilde Gaspıralı hedeflerini belirtiyordu:

  1. Mümkün olduğunca Türkçeye girmiş olan yabancı kökenli kelimeleri  çıkarmak.
  2. Okuryazarlar tarafından dahi anlaşılamayan Arapça, Farsça terkip ve ibareleri kaldırmak.
  3. Bütün lehçelerdeki çok kaba olmayan kelimeleri, Osmanlı Türkçesi’nin yapısına uydurarak kullanmak.

Gaspıralı Medrese eğitiminin işlevini kaybettiğini tespit eden ilk ve tek kişi değildi. Osmanlının yetiştirdiği en önemli mütefekkirlerden birisi olan Mehmet Akif Ersoy da bu dil öğreniminin ve öğrencilerin yetersizliğinin üzerinde duruyordu. Osmanlı da şöyle bir deyiş bile vardı. Talebe bina okur döner döner bir daha okur. Yani Medrese usulü modern eğitim sisteminden çok daha fazla fire veriyordu. Bunun da sebebi dile hakimiyet kurulmadan yapılan ezberlerden ve pratik yapmamaktan kaynaklanıyordu. Medrese sisteminde dil öğretilirken dili öğrenebilmek gerçekten büyük bir şans idi. Medresenin geleneğinin bir devamı olsa gerek uzun yıllar ülkemizde hiç pratik yapılmadan gramer ağırlıklı eğitim yine sürdürüldü. Gramer gereksiz değildi ama grameri nerede kullanacağı sorusu büyük bir muamma idi. Öğrenciler ise unutmak için öğreniyorlardı. Günümüzde o veya bu şekilde bu kalıtsal durum devam etmekte ve öğrenci teoride bırakıp pratiğe dökmediği yabancı dil gibi her alanda başarısızlığa olmaya mahkumdu.

Gaspıralı şu ifadelere yer veriyordu;

“Uzun yıllardır mekteplerde Hocalık yaptım. Bu bana, Rus ve Müslüman mektepleri hakkında kafi bilgi verdi. Müslüman mekteplerinde okuyan zavallı çocuklar günde 6-7 saat çalışır ve bunu 5-6 sene devam ettirirler. Bu çocukların bir netice elde edememelerinden doğan perişanlıklarını gördükçe pek çok gecelerim üzüntüden uykusuz geçmiştir. Talebelerin çoğu ne iyi bir bilgi, ne de iyi bir araştırma yeteneği alabiliyordu. Öğrendikleri sadece birkaç cümleyi geçmeyen Arapça parçalardan ibaretti. Devamında şöyle söylüyordu “Beş sene mektepte okuyan bir talebe ne ibadetini doğru olarak yapabiliyor, ne de bir cümle yazabiliyordu.” Gaspıralı bunun yerine usul-ı cedid yöntemini ortaya attı ve bunu yaygınlaştırmaya çalıştı. Bu uğurda Rus makamları ile defalarca karşı karşıya geldi ve canını ortaya koydu. Sonunda ise mektepler yaygınlaştı. Medrese ve mektep kavgasında kazanan günümüz itibariyle mektepler olmuştur.

Bir millete tefrika sokan şeyin üç tane olduğunu söylüyordu. Bunlar din, dil ve uzaklık idi. Din ve uzaklık meselesi hallolurken dil meselesi de çözülmeliydi. Gaspıralı şu şekilde ifade ediyordu:

“İnsanları tefrik eden üç şey vardır. Biri mesafe uzak lığı, biri din başkalığı ve biri dilsizliktir. Bundan 25 sene evvel, ahvâl-i milliyemizi mülahaza ederek zayıf başımla dertlerimize derman izlemekte gördüm ki, dinimiz hep bir ise de mesafe ile dilsizlik bizleri tefrik ediyor. Medeniyet eserlerinden olan vapurlar, demiryolları ve telgraflar, sene be sene mesafelere galebe geldikleri dahi görülüp, ayrılığımızın sebebi ancak “dilsizlik”, yani edebî dilimizin olmadığı baş sebep olduğu, gün gibi ortaya çıktı.”

Gaspıralı ulus devletlerin kurulduğu bir çağda yaşıyordu ve her milletin ortak bir dil inşa etme süreci bulunuyordu. Ortak dil, ortak tarih ve ortak bayrak oluşturma bütün ülkelerin gündeminde idi. Bu bağlamda Türklerin de kendi aralarında anlaşabilmesi için ortak bir dile ihtiyacı vardı.  Gaspıralı Slavların, Almanların ve Arapların farklı farklı lehçelere sahip olsalar da ortak bir edebi dilleri olduğunu vurgulamıştır. Bir araştırma merkezinde girdiğim mülakatta soru soran Hocanın Arapçanın lehçelerinden bi-haber olduğunu görmüştüm. Gaspıralının böylesi bir erken tarihte bunları biliyor olması, onun ilminin üstünlüğünü göstermektedir.  

Türkçede kullanılan bazı sözlerin çok yaygın olduğunu Gaspıralının fark etmesi onun ortak dil konusundaki inançlarını da pekiştirmiş olmalıdır. Gaspıralı şöyle söylüyordu “Baş, kaş, göz, kulak, yaş, aş, buğday..., kırk, elli, seksen, doksan, aldım, kaldım, baktım, kaçtım, korktum, okudum, yazdım, doğdum” gibi sözleri bilmeyen bir Türk evladı yoktur.” Dolayısıyla bunları biliyor olmak ve fark ediyor olmak büyük bir bilinç göstergesi idi.

Türkiye Türkçesi en çok etkiyi Çağatay Türkçesine yapacaktı. Bazı yazarlar Çağatay Türkçesinin bozulmaya doğru evrildiğini dile getirmişlerdir. Dönemde bulunan bazı yazarlar da kimi aydınların İstanbul’da çıkan gazete ve dergileri çok rahat okuyabildiklerini dile getirmiştir. Ayrıca köy mollalarının dahi Türkiye’den gazete aldırmaya başlamaları büyük bir değişim meydana getirmiştir. Molla gibi dini düşüncesi yüksek insanların Gaspıralının bu çalışmalarına destek vermesi, “davanın” başarılı olması açısından oldukça önemliydi. Bütün bunlar olurken Rusya Türkleri arasında da “kabile” düşüncesinin yüksek olması büyük bir risk barındırıyordu. Hatta Gaspıralı’ya zarar vermek isteyenler de olacak ama bu hareketlerinden vazgeçeceklerdi.

Gaspıralı şiveleri ortadan kaldırmayı hedeflemiyordu. Edebiyat, eğitim ve bilim dilinin ortak olmasını istiyordu. Bu üniversitelerde, matbu eserlerde ve medya dilinde gerçekleştirilebilseydi bugün Türkler birbirini anlardı. En azından Asya Türkleri Türkiye Türkçesini çok rahat anlayabilirlerdi. Lakin Arapçadan bildiğim bir durum bulunmaktadır ve bu durum ise halkın bazen ortak dil ile iletişimi küçümsemesine neden olabilmektedir. Bugün Arap dünyasında fasih Arapça konuşulmak istendiğinde çizgi filmlerdeki gibi konuştuğunun söylenilip şaka yollu tepki verildiği görülmektedir. Bu da olabilecek öngörülerden birisi olarak belirtilmelidir. Türkiye Türkçesini seçmesinin sebebi ise Osmanlının en yakın dönemdeki büyük imparatorluklardan biri olması ve dilinin Türkçe olması olmalıdır.  

Anadolu Türklerinin dilinin sadeleştirilmesini öneriyordu ve böylece Rusya Müslümanları ile dillerimiz aynı olacaktı. Çünkü Türkçede Arapça ve Farsça ibareler çok fazlaydı ve bunu Asya Müslümanları anlamıyordu. Dolayısıyla Asyalıların Arapça ve Farsça ibareleri öğrenmesinden ziyade Osmanlının dilini sadeleştirmesi gerekiyordu.

Gaspıralı Medreselerin güncellenmesini istiyordu. Medresenin kuruluş amacı İslami ilimleri öğretmek idi ve İslam Alimleri yetiştirmek idi. Günümüzde ise Batılılaşma ile birlikte modern bilim dalları ortaya çıktı. Bilim o kadar yaygınlaştırıldı ki birçok Müslüman veye Gayri Müslim medrese talebeleri dahi bilime yöneldiler. Günümüzde bile bir şeyin bilimsel açıklaması varsa kimse o şeyin üzerine laf söyleyemiyor, bilimin zamanla yanılabilmesine rağmen. Medresede en önemli şey Arapça idi ve Fasih Arapça burada öne çıkıyordu.
Arapçanın daha iyi öğretilmesi için müfredata 20 civarında kitap konulmuştur ve bu kitapların da öğrenim süresi 5 yılı bulmaktadır. 5 yıl gibi uzun bir süre sürmektedir ve Tefsir, Hadis ve Fıkıh gibi ilim dallarına vakit kalmayacağı için bu dersler zorunlu olmaktan çıkarılmıştır. Mektepler ise milli manevi değerleri veremiyordu, Medreseler de Modern bilimleri sistemlerine dahil edemiyorlardı.
Mektep ile Medrese arasında sıkışan osmanlıyı iki cami arasında kalmış bi namaza

benzettiler. Yani iki Camiden birini tercih edelim derken namazı kaçırdılar. Hem günaha girdiler hem de kararsızlıklarının bedelini ödediler. Sonunda ise mektepleri tercih ettiler. Osmanlı medreselerinde ilk başlarda kültür ve fen dersleri olduğu söylenilmekte ve bunun zamanla çıkarıldığı belirtilmektedir. Medreseler içine çekilmekle ve mektepler ise taklitçi olmakla suçlanılmaktadır. Yani Batı’yı taklit etmekteler ve özgün birşey yapamamaktadırlar. Medresenin düzelmesi için 1861 yılında ilk olarak Abdülaziz Han harekete geçmiştir ama başarılı olamamıştır. Şeyhülİslam Musa Kazın Efendi’den Hesap, Hendese, Cebir ve Kimya’nın medreselerde okutulması için caizdir fetvası alınıyor. Ilerleyen yıllarda İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça gibi diller de öğretilmesi de uygulanmaya çalışılıyor ama 1. Dünya savaşı çıkınca program askıya alınmak zorunda kalınıyor.
Peygamber Efendimiz döneminde dersler Camilerde ve mescitlerde işleniyordu. Lakin zamanla Camiler yetmez oldu ve medreseler açılmaya başlandı. Zamanla dünyevi konular da dahil olunca Cami’de ders yapmak uygun olmadı. Sistemli bir şekilde ilk medreseleri kuran kişi Nizamülmülk idi ve 1092 yılında kurdu. Lakın ondan yaklaşık yüz altmış yıl önce ilk medrese Buhara’da kurulmuştu. Zamanla medreseler işlevini yitirdi. Medreseler askerlikten muaf olmak isteyenlerin bir kaçamak yeri oldu. Osmanlı’da zaman içerisinde askerlik mesleğine ve diğer alanlara dahi rüşvet ve iltimas ile girenler olmaktaydı. Bunun denetlenmemesi ve ekonomik adaletin sağlanmaması toplumda bozulmaya yol açmaktaydı.

Gaspıralının Dil eğitim anlayışını ve sistemini Mehmet Saray Hocamız şu şekilde anlatmaktadır:

“Gaspıralının yeni metodu (usûl-ı cedid)’na göre, Arap alfabesinin öğrenimi dahi değişik olacaktı. Bu usülde önce harflerin telaffuz şekilleri, sonra bir kelime içinde nasıl kullanıldıkları, aynı şekilde, kelimelerin de bir cümle içinde nasıl kullanııldıkları öğretilecekti. Bunlara ilaveten talebeye baştan itibaren yazı yazma imkanı verilecekti. Mektebe devamının iyi bir şekilde ayarlanacağı, her sınıfın 30’u geçmeyecek şekilde tanzim edileceğini, günde 4 saat ve haftada 6 gün talebelerin ders göreceklerini, teneffüs ve dinlenme saatlerinin olacağını belirtmiştir. Sınıfların sıhhi ve mektep binalarının sağlıklı ve emniyetli olacağını, ayrıca eskiden olduğu gibi, talebelere dayak, falaka ve kötü sözle cezaların verilmeyeceğini, bu gibi hususların çocukları okuldan soğuttuğunu belirten Gaspıralı, usûl-ı cedid mekteplerinin iki sene süreli olacağını ve talebelerin şu dersleri okuyacaklarını belirtmiştir: Arapça ve Türkçe okuma-yazma, kaligraf (hat), tartışmalı ders (sualli-cevaplı) öğrenme şekli, Türkçe gramer ve aritmetik.” (Mehmet Saray, 39)

Yani şunlar kastediliyordu:

(Harfin hangi sesle okunacağı

Ağzın, dilin, dudakların hangi pozisyonda olması gerektiği

O harfin Türkçe veya diğer yerel dillerde hangi sese karşılık geldiği

Mesela klasik medrese eğitiminde önce harflerin isimleri ezberletilirdi (elif, be, te, se…) ve öğrenciler harflerin ses değerini hemen öğrenmezdi. Gaspıralı’nın usûl-ı cedid yönteminde ise, önce harfin sesi (ör. “ب” harfi “b” sesi verir) öğretiliyor, sonra o harfin kelime içinde nasıl kullanıldığına geçiliyordu. Böylece okuma-yazma süreci hızlanıyordu.

  1. Adım – Harfin sesi
    Harf: ب
    Telaffuz: “b” (Türkçedeki baba kelimesindeki “b” gibi)
    Burada harfin ismini değil, doğrudan sesini öğreniyoruz.
  2. Adım – Harfin kelime içinde kullanımı
    Örnek kelimeler:

باب (bab) – kapı

بيل (bil) – bil

باغ (bağ) – bahçe

  1. Adım – Kelimenin cümlede kullanımı

باب آچيلدی. (Bab açıldı.) – Kapı açıldı.

من باغا گتديم. (Men bağa getdim.) – Bahçeye gittim.

Farkı:
Klasik yöntemde önce “be” diye harfin adı ezberletilir, sonra elif-be-te dizisi geçilirdi. Usûl-ı cedid’de ise harfin adını değil sesini öğrenmek, hemen kelime ve cümleye geçmek esastır. Böylece çocuklar birkaç hafta içinde okumaya başlardı.)

Parantez arasındaki kısmı anlaşılmaz diye yapay zekaya açıklattım. Ben de biraz telaffuz şekilleri kısmından kastedileni anlamakta zorlanmıştım. Yapay Zekaya bu bağlamda teşekkür ederim.

Şemseddin Sami Bey Doğu Türkçesi ile Batı Türkçesi arasında bir ayrım yapmakta ve bunların birbirlerine çok benzediklerini söylemektedir. Şemseddin Sami şu ifadeleri kullanmaktadır: “Doğu Türkçesiyle Batı Türkçesi arasındaki fark, sanıldığı gibi, İtalyan ve İspanyolca ile Fransızca arasındaki fark gibi değildir. Bu fark iki Türkçeden her birini, diğerinden büsbütün ayrı ve kendi başına bir dil saydıracak kadar olmayıp, ancak Kuzey ile Güney Almanya, Toskana İtalyancası ile Napoli İtalyancası veya Mısır Arapçası ile Fas, Tunus gibi Kuzey Afrika Arapçaları arasındaki fark derecesindedir ve Doğu Türkçesiyle Batı Türkçesi tek bir dildir, ikisi de Türkçedir.” demekte ve devamında “Bizlerin ihmal edip unuttuğumuz, Doğu Türkçesinde kullanılan öz Türkçe kelimelerin bilhassa bunlardan değerli ve gerekli olanlarının alınarak bunların bizim Türkçemize katılması yöntemi ile canlandırılmaları ve yayılmaları, yani iki lehçenin birleştirilmesi amacına hizmet etmek emelindeyim.” (Mehmet Saray, 49)

Lakin Gaspıralı lehçelere/şivelere karşıydı. Şiveler öğrenildikçe ve yaygınlaştıkça ortak dilden uzaklaşılıyordu. Bu bağlamda şivelerde edebiyat kitaplarının olmasını ve eserler üretilmesini istemiyordu.

İtalyanca, İspanyolca ve Fransızca arasında kelime benzerlikleri olsa da gramer açısından son derece farklıdırlar. Telaffuz açısından da farklılık göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki Türki diller de büyük gramer farkları yok ve bununla birlikte kelime alanında da büyük oranda benzerlik gösterirler. Arapça lehçeleri arasında ise farklar olsa da aynı Arapça dilinden neşet ettiklerinden birçok açıdan benzerdirler. Özellikle yakın bölgeler de lehçeler de birbiri ile neredeyse aynı olmaktadır. Mesela Şam bölgesinde konuşulan lehçe birbirine çok benzemektedir. Ürdün, Suriye, Filistin ve Lübnan arasında ağız farkları olsa da birbirlerini kolaylıkla anlıyorlar. Ümmü’d-dünya denilen (Dünyanın annesi) Mısır’ın lehçesi ise yetiştirdiği sanatçılar ve medya gücüyle birçok Arap dünyasında anlaşılır olmuştur. Aynı şey Türkiye Türkçesi için de geçerli olabilmektedir. Türkiye’nin güçlü sinema sektörü, Türki Dünyada Türkçenin daha da yaygınlaşmasını beraberinde getirebilmektedir. Arapça bilenler bu söylediklerimzi daha iyi anlayacaklardır.

Gaspıralı sade bir Türkçe fikrini savunuyordu ve bütün Türklerin anlayabileceği bir Türkçe hayali kurmaktaydı. Bu öyle bir dil olmalıydı ki “İstanbul’daki hamal ve kayıkçı ile Şarki Türkistan’daki deve sürücüsü ve koyun çobanı da anlayabilmelidir” diyordu. Yerel kelimeler ise İstanbul Türkçesine uyarlanmalıydı ve Türkçeden Arapça ve Farsça kelimeleri tasfiye edilmeliydi. (Mehmet Saray, 49,50)

Gaspıralı bu söylediği prensipleri Tercüman gazetesinde uygulamakta ve Ziya Gökalp Onun için şu ifadeleri kullanmaktadır: “Tercüman gazetesini Şimal Türkleri olduğu kadar Şark Türkleri ile Garb Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kabil olduğuna bu gazetenin vücudu canlı bir delildir.” s. 50 Gaspıralı kendisi bu fikirleri uygulamaya çalışıyordu ve bir taraftan da gazetelere mektuplar göndererek daha sade bir dil kullanılmasını talep ediyordu. Hedeflerine ulaşmak için de şöyle bir yöntem uygun görüyordu. Dört yıllık bir tedrisatta ilk üç yıl sade bir şive ile dersler okutulmalıydı ve son sene Umumi Türk lisanıyla yazılmış kitaplar okutulmalıydı. (Mehmet Saray, 52)

Milletin geçmişle bağının kurulması Gaspıralı’ya göre edebi lisan idi. Ne mal, ne akçe milleti yaşatamaz ve onu yaşatacak olan yalnızca edebi lisan idi. Hunlar dünyanın altını üstüne getirmişler ve herkesi titretmişler idi ama  bugün yaşayan Yunanlılar olmuştu. Çünkü onlar kültür dünyası ile varlıklarını sürdürüyorlardı. Kültür, tarih, lügat o kadar sıkıntılı hale gelmiştir ki Gaspıralı şu ifadeleri kullanmıştır:

“Elde her türlü lügatımız var, fakat lügat-ı Türki yoktur. Her türlü, Bulgarca da dahil, sarf ve nahivler vardır, sarf ve nahiv-i Türki yoktur. Kırk milyona karîb akvam-ı Türk’ün durub-ı emsalini, bilmecelerini hatta tarih-i umumisini bildiren bir eser yoktur.

Gaspıralı dilde, işte ve fikirde birlik için uğraşırken Rusların da bazı planları vardı. Ruslar Türk dünyasının alfabesini Arap harflerinden Latin harflerine değiştirmek istiyorlardı. Böylece hem İslam ile bağlar kopacak hem de Osmanlı ile bağlar kopacaktı. Azerbaycan aydınları arasında yaygınlaşan Latin alfabesine geçme söylemini Ruslar destekleyecekti ve Azeriler bu bağlamda öncü roller alacaklardı. Cumhuriyet Türkiyesi ise Mustafa Kemal ile birlikte yüzünü Batı’ya dönmek isteyince Türkiye’de de Arap alfabesi terk edildi. Ruslar bunun üzerine Türk Dünyasının dillerini kiril alfabesi ile yazdırmaya başladılar. Kiril alfabesi ile yazarak böylece Rusça ve Rusya etkisine girmeye başlamış oluyorlardı. Alfabe aynı zamanda Medeniyet demek idi ve Alfabenin değişmesi farklı bir medeniyete geçiş demek oluyordu. Gaspıralı ise hayatını Türklerin kültürel ve dil alanında bir olabilmeleri için uğraştı. Bugün devletler düzeyinde de bir birlik oluşması Onun hayalinin bir nebze de olsa gerçekleştiğini gösteriyor.

Sonuç

Gaspıralı Türkçeye ehemmiyet verilmesini isterken haklıydı. Her millet kendi dilinde eserler üretebilmeli ve barış içinde yaşayabilmelidir. Batılılar özellikle oriyental çalışmalarında Arap ve Fars edebiyatını ve şiirlerini incelemişlerdir. Osmanlıda Farsça bilmek iş imkanları açısından önemli bir gelişme olarak görülmüştür. Bu dilleri bilmekte sorun olmasa da anladığımız kadarıyla Türkçe biraz da olsa ihmal edilmiştir. Hindistan’da Türk babürlü krallar eserlerini Farsça yazmış ve Türkçe saray dili olarak kalmıştır. Türkler gittikleri her yere Farsça ve Arapçayı da götürmüşlerdir. Bunun yanına bir de Türkçeyi de geliştirerek ilerletselerdi harika olurdu. Lakin eski dönemlerde böyle bir bilinç olmadığı açıktır ve Farslar ve Araplar yazılı dile Türklerden önce geçtiklerinden bu dillerde ilim-bilim yapmak daha makul gelmiş olabilir.

Not: Mehmet Saray Hocamıza ve Gaspıralı Hocamıza Allah rahmet eylesin.

Kaynakça:

Saray, M. (1993). Gaspıralı İsmail Bey’den Atatürk’e Türk dünyasında dil ve kültür birliği. İstanbul: Nesil Yayınları.

Toker, M. (2004). İsmail Gaspıralı ve “Dilde Birlik” fikri üzerine. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, (16), 32.

Yılmaz, Y. (2023). Gaspıralı İsmail Bey'in dili ve üslûbu / Ismail Gasprinskiy's language and style (Doktora tezi). Kırıkkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili Eğitimi Anabilim Dalı.

Hazırlayan: Ozan Dur

Ozan DUR
Ozan DUR

Ozan Dur, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun olup, İngilizce, Osmanlıca, Farsça, Arapça ve İbranice öğrenerek dil alanında uzmanlaştı. Humboldt Üniversitesi, İmam Humeyni Üniversit ...

Yorum Yaz