DOĞU VE BATI KÜLTÜRLERİNE GİRİŞ 3: TEMEL UNSURLARIYLA TÜRK KÜLTÜRÜ | İlim ve Medeniyet

Avatar photoKonuk Yazar22 Ocak 202435min0

Türkiye kültürü, Doğu Akdeniz, Doğu Avrupa, Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asya geleneklerinin çeşitli kültürlerinden türetilen çok çeşitli ve heterojen bir dizi unsuru birleştirir. Bu geleneklerin çoğu başlangıçta çok etnikli ve çok dinli bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu tarafından bir araya getirildi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında devlet resim, heykel ve mimarlık gibi güzel sanatlara büyük miktarda kaynak ayırdı. Bu hem bir modernleşme süreci hem de kültürel bir kimlik yaratma süreci olarak yapıldı.

Osmanlı sistemi, içindeki insanların birbirleriyle karışmamasını ve böylece imparatorluk içinde ayrı etnik ve dini kimlikleri korumasını sağlayan çok etnikli bir devletti (her ne kadar baskın bir Türk ve Güney Avrupa yönetici sınıfı olsa da). Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imparatorluğun yıkılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve kültürel bir kimlik oluşturmak amacıyla sınırları içindeki farklı kültürleri birbiriyle kaynaştıran üniter bir yaklaşım benimsemiştir. Bunu kısa süre sonra bir dizi radikal reform izledi ve bu reformların merkezinde, Türk toplumunun modernleşmek için hem siyasi hem de kültürel olarak Batılılaşması gerektiği inancı vardı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni laik, modern bir ulus devlete dönüştürmek için siyasi, yasal, dini, kültürel, sosyal ve ekonomik politika değişiklikleri tasarlandı. Bu değişiklikler Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde hayata geçirilmiştir.

Türk edebiyatı, Osmanlıca biçimiyle veya bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde konuşulanlar gibi daha az münhasır edebi biçimlerle Türkçe yazılmış yazılı ve sözlü metinler topluluğudur. Türk halk edebiyatının geleneksel örnekleri arasında Karagöz ve Hacivat, Keloğlan, İncili Çavuş ve Nasreddin Hoca hikâyeleri ile Yunus Emre ve Aşık Veysel gibi halk ozanlarının eserleri yer alır. Dede Korkut Kitabı ve Köroğlu Destanı, yüzyıllar boyunca Anadolu’daki Türk destan geleneğinin ana unsurları olmuştur.

Osmanlı Edebiyatı’nın iki ana akımı şiir ve nesirdi. Bu ikisi arasında, son derece ritüelleştirilmiş ve simgesel bir sanat formu olan Osmanlı Divan şiiri baskın akımdı. Divan şiirinin büyük çoğunluğu doğası gereği lirikti: ya gazel ya da kaside. Bununla birlikte, başka yaygın türler de vardı, özellikle mesnevi (mesnevî olarak da bilinir), bir tür manzum romans ve dolayısıyla çeşitli anlatı şiirleri. Osmanlı nesir geleneği doğası gereği tamamen kurgusal değildi; çünkü kurgu geleneği anlatı şiiriyle sınırlıydı.

1839-1876 Tanzimat reformları, Osmanlı yazılı edebiyatının dilinde değişiklikler getirdi ve başta roman ve kısa öykü olmak üzere daha önce bilinmeyen Batı türlerini tanıttı. Tanzimat dönemindeki yazarların çoğu aynı anda birkaç farklı türde yazdı: örneğin, şair Namık Kemal 1876 tarihli önemli İntibâh (Uyanış) romanını da yazarken, gazeteci İbrahim Şinasi 1860’ta ilk modern Türkçeyi yazmasıyla tanınır; oyun, tek perdelik komedi “Şair Evlenmesi” (Şairin Evliliği). Modern Türk edebiyatının köklerinin çoğu 1896 ile 1923 yılları arasında atılmıştır. Genel olarak bu dönemde üç temel edebi akım vardır: Edebiyyât-ı Cedîde (Yeni Edebiyat) akımı; Fecr-i Âtî (Geleceğin Şafağı) hareketi; ve Millî Edebiyyât (Milli Edebiyat) akımı. Edebiyyât-ı Cedîde (Yeni Edebiyat) hareketi, büyük ölçüde Batı modelinde (hem fikri hem de bilimsel) ilerlemeye adanmış Servet-i Fünûn (Bilimsel Zenginlik) dergisinin 1891’de kurulmasıyla başladı. Buna göre, şair Tevfik Fikret’in önderliğindeki derginin edebi girişimleri, Türkiye’de Batı tarzı bir “yüksek sanat” yaratmaya yönelikti.

Şiir, modern Türkiye’de edebiyatın en baskın biçimidir.

Yukarıda belirtildiği gibi ‘halk şiiri’, İslami Sünni ve Şii geleneklerinden güçlü bir şekilde etkilenmiştir. Ayrıca, hâlâ var olan âşık (“aşık” veya “ozan”) geleneğinin kısmen de olsa kanıtladığı gibi, Türk halk şiirinde baskın unsur her zaman şarkı olmuştur. 13. yüzyılda Yunus Emre, Sultan Veled ve Şeyyâd Hamza gibi önemli yazarlarla ortaya çıkmaya başlayan Türkçe halk şiirinin gelişimi, 13 Mayıs 1277’de Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçeyi resmi olarak ilan etmesiyle büyük bir ivme kazandı. Anadolu’nun güçlü Karamanoğulları devletinin devlet dili; daha sonra geleneğin en büyük şairlerinin çoğu bu bölgeden çıkmaya devam edecekti.

Genel olarak Türk halk şiirinin iki geleneği vardır;
Aşık/ozan geleneği -yukarıda bahsedildiği gibi dinden çok etkilenmiş olsa da- büyük ölçüde seküler bir gelenekti;
Sufi tarikatlarının ve Şii gruplarının toplanma yerlerinden (tekkelerinden) ortaya çıkan açık bir şekilde dini gelenek.

19. yüzyıla kadar neredeyse tamamen sözlü olan âşık/ozan geleneğinin şiir ve şarkılarının çoğu anonim olarak kalır. Ancak o dönemden kalma, isimleri yapıtlarıyla birlikte günümüze ulaşan birkaç tanınmış âşık vardır: adı geçen Köroğlu (16. yüzyıl); 19. yüzyıl öncesi âşıklarının belki de en ünlüsü olan Karacaoğlan (1606?–1689?); gelenek 19. yüzyılın sonlarında bir nebze olsun azalmaya başlayana kadar, büyük âşıkların sonuncusundan biri olan Dadaloğlu (1785?–1868?); ve diğerleri. Aşıklar, esas olarak, Alevi/Bektaşi kültüründe çift tellerinin sembolik bir dini öneme sahip olduğu düşünülen mandolin benzeri bir enstrüman olan bağlama ile Anadolu’yu dolaşarak şarkılarını söyleyen âşıklardı. 19. yüzyılda düşüşe geçen âşık/ozan geleneği, 20. yüzyılda Aşık Veysel Şatıroğlu (1894–1973), Aşık Mahzuni Şerif (1938–2002), Neşet Ertaş ( 1938–2012) ve diğerleri.

Osmanlı Divan şiiri oldukça ritüelleştirilmiş ve sembolik bir sanat formuydu. Kendisine büyük ölçüde ilham veren Fars şiirinden, anlamları ve karşılıklı ilişkileri – hem benzerlik (مراعات نظير mura’ât-i nazîr / تناسب tenâsüb) hem de karşıtlık (تضاد tezâd) – aşağı yukarı belirlenmiş olan bir sembol zenginliğini miras aldı. Bir dereceye kadar birbirine zıt olan yaygın sembollerin örnekleri, diğerlerinin yanı sıra şunları içerir:

bülbül (بلبل bülbül) — gül (ﮔل gül) dünya (جهان cihan; عالم ‘âlem) — gül bahçesi (ﮔﻠﺴﺘﺎن gülistan; ﮔﻠﺸﻦ gülşen) zahit (زاهد zâhid) — derviş (درويش derviş)

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında bir takım şiir akımları vardı. Ahmed Hâşim ve Yahyâ Kemâl Beyatlı (1884–1958) gibi yazarlar, dili büyük ölçüde geç Osmanlı geleneğinin devamı niteliğinde olan önemli resmi manzumlar yazmaya devam ettiler. Bununla birlikte, zamanın şiirlerinin büyük bir çoğunluğu, Millî Edebiyat hareketinden doğan ve vatansever temaları dile getirme eğiliminde olan halktan ilham alan “hececi” hareketin (Beş Hececiler) geleneğindeydi.

Bu eğilimden ilk radikal adım, 1921’den 1924’e kadar Sovyetler Birliği’nde öğrenciyken Vladimir Mayakovsky ve diğerlerinin modernist şiirine maruz kalan ve ona şiir yazmaya başlaması için ilham veren Nâzım Hikmet tarafından atıldı.

Türk Şiiri’nde bir başka devrim, 1941’de Garip (“hem sefil” hem de “tuhaf” anlamına gelen) başlıklı bir denemeyle birlikte küçük bir ciltlik şiirin yayınlanmasıyla gerçekleşti. Yazarlar Orhan Veli Kanık (1914–1950), Melih Cevdet Anday (1915–2002) ve Oktay Rifat (1914–1988) idi. Şiirde daha önce olan her şeye açıkça karşı çıkarak, bunun yerine popüler bir sanat yaratmanın, “halkın zevklerini keşfetmenin, onları belirlemenin ve onları sanata üstün getirmenin” yollarını aradılar. Bu amaçla, kısmen Jacques Prévert gibi çağdaş Fransız şairlerinden esinlenerek, yalnızca Nâzım Hikmet’in getirdiği serbest şiirin bir çeşidini değil, aynı zamanda oldukça günlük bir dil kullandılar ve öncelikle gündelik gündelik konular ve sıradan insan hakkında yazdılar.  Tepki ani ve kutuplaşmıştı: akademi dünyasının çoğu ve eski şairler onları karalarken, Türk nüfusunun çoğu onları tüm kalbiyle kucakladı.

Nasıl ki Garip akımı eski şiire karşı bir tepki idiyse, 1950’ler ve sonrasında Garip akımına karşı da bir tepki vardı. Kısa süre sonra İkinci Yeni olarak anılacak olan bu akımın şairleri, Nâzım Hikmet ve Garip şairlerinin şiirlerinde hakim olan sosyal yönlere karşı çıktılar ve bunun yerine kısmen de olsa dilin bozulmasından ilham aldılar. Dada ve Sürrealizm gibi Batılı hareketler, sarsıcı ve beklenmedik bir dil, karmaşık imgeler ve fikirlerin çağrışımı yoluyla daha soyut bir şiir yaratmaya çalıştılar. Bir dereceye kadar hareket, postmodern edebiyatın bazı özelliklerini taşıyor olarak görülebilir. Turgut Uyar (1927–1985), Edip Cansever (1928–1986), Cemal Süreya (1931–1990), Ece Ayhan (1931–2002) ve İlhan Berk ( 1918–2008).

Garip ve “İkinci Yeni” akımlarının dışında da hayat, ölüm, Tanrı, zaman ve kozmos gibi temel kavramlarla ilgili şiirler yazan Fazıl Hüsnü Dağlarca (1914–2008) gibi bir dizi önemli şair yetişmiştir. ; Biraz alegorik şiirleriyle orta sınıfın günlük yaşamının önemini keşfeden Behçet Necatigil (1916–1979); Çok günlük ve çeşitli şiirlerinin yanı sıra çeşitli dünya edebiyatlarını Türkçeye çeviren Can Yücel (1926–1999); ve ilk şiirleri oldukça solcu olan ancak 1970’lerden beri şiirleri güçlü bir mistik ve hatta İslamcı etki gösteren İsmet Özel (1944– ).

Günümüz romancılarının üslubu Osmanlı dönemindeki Genç Kalemler dergisine kadar götürülebilir. Genç Kalemler Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem yönetiminde Selanik’te yayınlandı. Dönemin toplumsal ve siyasal kavramlarını milliyetçi bakış açısıyla ele aldılar. “Ulusal edebiyat” olarak bilinen bir hareketin çekirdeğini oluşturuyorlardı.

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile Türk edebiyatı folklorik üsluplarla ilgilenmeye başlamıştır. Bu aynı zamanda 19. yüzyıldan beri ilk kez Türk edebiyatının Batı etkisinden kaçması ve Batı biçimlerini diğer biçimlerle karıştırmaya başlamasıydı. 1930’lu yıllarda Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Vedat Nedim Tor, hayat görüşünde devrim yaratan Kadro’yu yayınladı.

Üslup olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönem nesri, esasen, Gerçekçilik ve Natüralizm’in hakim olduğu Milli Edebiyat akımının bir devamıydı. Bu akım, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1932 tarihli Yaban adlı romanında doruk noktasına ulaştı. Bu roman, çok yakında gelişecek olan iki akımın öncüsü olarak görülebilir: Toplumcu gerçekçilik ve “köy romanı”. Toplumcu gerçekçi akıma kısa öykü yazarı Sait Faik Abasıyanık öncülük etmiştir. Köy romanı geleneğinin başlıca yazarları Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’dir. Çok farklı bir geleneğe sahip, ancak benzer güçlü bir siyasi bakış açısı sergileyen hicivli kısa öykü yazarı Aziz Nesin’di. Bu dönemin diğer önemli romancıları Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’dır. 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk, eserlerinde postmodernizm ve büyülü gerçekçilik etkisi görülen yenilikçi romancılar arasında yer alıyor. Türkiye Cumhuriyeti döneminin önemli şairleri arasında Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı ve (serbest nazım tarzını ortaya koyan) Nâzım Hikmet sayılabilir. Garip hareketinin başında Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat; Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreya ise İkinci Yeni hareketinin öncülüğünü yaptı. Garip ve İkinci Yeni akımlarının dışında Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil ve Can Yücel gibi bir dizi başka önemli şair de gelişti.

Orhan Pamuk, post-modern edebiyatın önde gelen Türk romancılarından biridir. Eserleri yirmiden fazla dile çevrildi. 2006 Nobel Edebiyat Ödülü gibi önemli Türk ve uluslararası edebiyat ödüllerinin sahibidir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuyla birlikte 1300-1453 yılları, Osmanlı sanatının yeni fikirler arayışında olduğu, mimaride erken ya da ilk Osmanlı dönemini oluşturur. Bu dönem üç tür camiye tanık oldu: katmanlı, tek kubbeli ve ince açılı camiler. Osmanlı sanatının ilk önemli merkezi olan İznik’teki Hacı Özbek Camii (1333), Osmanlı tek kubbeli camiinin ilk örneğidir.

Kubbeli mimari üslup Bursa ve Edirne’den gelişmiştir. Bursa Ulu Camii kubbeye çevrilen ilk Selçuklu camisidir. Edirne, İstanbul’un (Konstantinopolis) yeni başkent olduğu 1365 ile 1453 yılları arasında Osmanlı başkentiydi ve İstanbul’un ulu camilerinin inşasıyla sonuçlanan mimari gelişimin son aşamalarına burada tanık oluyoruz. İstanbul’un 1453’te Türkler tarafından fethi ile İstanbul II. Bayezid Camii’nin inşası arasındaki dönemde İstanbul’da inşa edilen yapılar da erken dönem eserleri olarak kabul edilir. Bunlar arasında Fatih Camii (1470), Mahmut Paşa Camii, çinili saray ve Topkapı Sarayı bulunmaktadır. Osmanlılar camileri cemaatle bütünleştirdiler ve aşevleri, medreseler, hastaneler, hamamlar ve türbeler eklediler.

Ahmed III (1703-1730) döneminde ve sadrazamı İbrahim Paşa’nın teşvikiyle bir barış dönemi yaşandı. Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki yakın ilişkiler nedeniyle Osmanlı mimarisi Avrupa’da popüler olan Barok ve Rokoko üsluplarından etkilenmeye başlamıştır. Bazı akademisyenlere göre Selçuklu Türkleri tarafından Barok’a çok benzeyen bir üslup geliştirildi.[1][2] Anadolu’da  Selçuklu döneminden kalma Sivas Çifte Minare, Konya İnce Minare müzeleri ve daha birçok yapının yanı sıra UNESCO dünya mirası olan Divriği Hastanesi ve Camii’nde bu sanatın yaratılış örneklerine tanık olunabilir. Genellikle “Selçuklu Barok portalı” olarak adlandırılır. Buradan İtalya’da yeniden ortaya çıktı ve daha sonra Osmanlı döneminde Türkler arasında popülerlik kazandı. Avrupa şehirlerine, özellikle Paris’e, çağdaş Avrupa geleneklerini ve yaşamını deneyimlemek için çeşitli ziyaretçi ve elçiler gönderildi. Avrupa Barok ve Rokoko’nun dekoratif unsurları, dini Osmanlı mimarisini bile etkiledi. Fransız mimar Mellin ise Sultan III. Selim’in kız kardeşi tarafından İstanbul’a davet edilmiş ve İstanbul Boğazı kıyılarını ve yalı denilen yalıları resmetmiştir. Lale Devri olarak bilinen otuz yıllık bir dönemde tüm gözler Batı’ya çevrilmiş, İstanbul çevresinde anıtsal ve klasik eserler yerine köşkler inşa edilmiştir. Doğu Anadolu’da İshak Paşa Sarayı’nın (1685–1784) inşası bu sıralardadır.

Bu dönemden itibaren Osmanlı İmparatorluğu’ndaki üst sınıf ve seçkinler, açık ve kamusal alanları sıklıkla kullanmaya başladılar. Toplumun geleneksel, içe dönük tavrı değişmeye başladı. Aynalıkavak Kasrı gibi çeşmeler ve yalılar popüler oldu. Mesire yeri olarak su kanalı (diğer adı Cetvel-i Sim) ve mesire yeri (Kağıthane) yapılmıştır. Lale Devri, Patrona Halil isyanı ile sona ermekle birlikte, Batılılaşma tutumlarına model olmuştur. 1720-1890 yılları arasında Osmanlı mimarisi klasik zamanların ilkelerinden saptı. Ahmed III’ün tahttan indirilmesiyle I. Mahmud tahta geçti (1730–1754). Barok üslupta camiler bu dönemde yapılmaya başlandı.

Bu dönem yapılarında dairesel, dalgalı ve kıvrımlı çizgiler hakimdir. Nur-u Osmaniye Camii, Zeynep Sultan Camii, Laleli Camii, Fatih Türbesi, Laleli Çukurçeşme Hanı, Birgi Çakırağa Konağı, Aynalıkavak Sarayı, Selimiye Kışlası başlıca örneklerdir. Mimar Tahir (Mehmed Tahir Ağa olarak da bilinir) bu dönemin önemli mimarıdır.

Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Sultan Mahmud Türbesi, Mevlevihaneler Galata Tekkesi, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Sadullah Paşa Yalı ve Kuleli Kışlası, Batılılaşma sürecine paralel olarak gelişen bu üslubun önemli örnekleridir. Balyan ailesinden mimarlar dönemin önde gelen mimarlarıydı. Bu döneme Dolmabahçe Sarayı, Dolmabahçe Camii ve Ortaköy Camii gibi Neo-Klasik, Barok, Rokoko ve İmparatorluk tarzlarının karışımı olan yapılar damgasını vurdu.

Pertevniyal Valide Sultan Camii, Şeyh Zafir Yapılar Grubu, Haydarpaşa Tıp Fakültesi, Duyun-u Umumiye Binası, İstanbul Tapu Dairesi, İstanbul’un Sirkeci semtindeki Merkez Postane gibi büyük Postane binaları ve Harikzedegan Apartmanı Laleli’de eklektik bir üslubun hakim olduğu bu dönemin önemli yapılarıdır. Raimondo Tommaso D’Aronco ve Alexander Vallaury dönemin önde gelen mimarlarıydı.

1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında Türk mimarisi, özellikle Birinci Ulusal Mimarlık Akımı döneminde Osmanlı mimarisinden etkilenmiştir. Bununla birlikte, 1930’lardan itibaren, çoğunlukla Almanya ve Avusturya’dan olmak üzere, artan sayıda yabancı mimarın ülkede çalışmaya davet edilmesinin bir sonucu olarak, mimari stiller geleneksel mimariden farklılaşmaya başladı.[3] İkinci Dünya Savaşı, İkinci Ulusal Mimarlık Hareketi’nin ortaya çıktığı bir izolasyon dönemiydi. Faşist mimariye benzer şekilde hareket, modern ama milliyetçi bir mimari yaratmayı amaçlıyordu.

1950’lerden itibaren, dünyanın geri kalanından izolasyon azalmaya başladı ve bu, Türk mimarlarının dünyanın geri kalanındaki meslektaşlarından giderek daha fazla ilham almasına yol açtı. Ancak 1980’lere kadar teknolojik altyapı eksikliği veya yetersiz mali kaynaklar nedeniyle kısıtlandılar. Daha sonra ekonominin liberalleşmesi ve ihracata dayalı büyümeye geçiş, özel sektörün mimaride öncü etkiye sahip olmasının yolunu açtı.

Türk film yönetmenleri son yıllarda çok sayıda prestijli ödül kazandı. Nuri Bilge Ceylan, Üç Maymun filmiyle 2008 Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandı. Ceylan, 2003 ve 2004 festivallerinde Altın Palmiye’ye de aday gösterilen Uzak filmi ve Altın Palmiye’ye aday gösterilen İklimler filminin ardından Cannes’da dördüncü kez ödül aldı. Ceylan’ın diğer önemli yapıtları olan Kasaba (1997) ve Mayıs Mahallesi (1999), diğer önemli uluslararası film festivallerinde de ödüller kazandı; Angers European First Film Festivali (1997 ve 1999), Ankara Film Festivali (2000), Antalya Altın Portakal Film Festivali (1999, 2002 ve 2006), Bergamo Film Buluşması (2001), Berlin Film Festivali (1998), Manaki Kardeşler Film dahil Festival (2003), Buenos Aires Uluslararası Bağımsız Sinema Festivali (2001), Cannes Film Festivali (2003, 2004 ve 2006), Chicago Film Festivali (2003), Cinemanila Film Festivali (2003), Avrupa Film Ödülleri (2000), İstanbul Film Festival (1998, 2000, 2003 ve 2007), Mexico City Film Festivali (2004), Montpellier Akdeniz Film Festivali (2003), San Sebastián Film Festivali (2003), Singapur Film Festivali (2001), Sofya Film Festivali (2004), Tokyo Film Festivali (1998) ve Trieste Film Festivali (2004).

Almanya’da yaşayan ve Türk-Alman çifte vatandaşlığına sahip Türk yönetmen Fatih Akın, Head-On filmiyle 2004 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’nü kazandı. Film, birçok uluslararası film festivalinde çok sayıda başka ödül kazandı. Fatih Akın, 2007 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye aday gösterildi ve En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandı; 2007 Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal’ın yanı sıra; 2007 Cinemanila Film Festivali’nde Lino Brocka Ödülü; 2007 Avrupa Film Ödülleri’nde En İyi Senarist ödülü; 2008 Alman Film Ödülleri’nde En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve Üstün Uzun Metraj Film ödülleri; 2008 RiverRun Film Festivali’nde En İyi Uzun Metraj Film ve En İyi Senaryo ödülleri; 2008 Bavyera Film Ödülü; ve The Edge of Heaven filmiyle Avrupa Parlamentosu tarafından Lux Ödülü. Akın’ın Kurz und schmerzlos (1998), Temmuzda (2000), Solino (2002) ve Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul (2005) gibi diğer önemli filmleri çok sayıda ödül kazandı.

Hamam (1997), Harem suare (1999), Le Fate Ignoranti (2001), La finestra di fronte (2003), Cuore Sacro (2005) ve Saturno contro (2007) gibi filmleriyle uluslararası ün ve ödüller kazanan Ferzan Özpetek bir diğer ünlü Türk sinema yönetmenidir. La finestra di fronte (2003) filmi özellikle başarılı oldu, 2003 David di Donatello Ödülleri’nde En İyi Film ve Akademisyenler Jürisi ödüllerini, 2003 Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde Kristal Küre ve En İyi Yönetmen ödüllerini, 2003 Gümüş Kurdele’yi kazandı. İtalyan Ulusal Film Gazetecileri Sendikası’ndan En İyi Özgün Öykü, 2004 Foyle Film Festivali’nde Festival Ödülü, 2004 Rehoboth Beach Bağımsız Film Festivali’nde Seyirci Ödülü ve 2004 Flanders Uluslararası Film Festivali’nde Canvas İzleyici Ödülü.

Yakın zamanda Semih Kaplanoğlu, Honey (2010 yapımı film) ile 60. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı kazandı; “Yusuf Üçlemesi”nin Yumurta ve Süt’ün yer aldığı üçüncü ve son filmi. Bu, bir Türk filminin ödülü ikinci kez kazanmasıydı; İlki 1964 yılında Metin Erksan imzalı Susuz Yaz.

Geleneksel Türk milli sporu, Osmanlı döneminden beri Yağlı Güreş’tir.[13] Edirne yakınlarındaki Kırkpınar’da her yıl düzenlenen uluslararası yağlı güreş turnuvası, 1362’den beri her yıl düzenlenen, dünyanın en eski sürekli devam eden onaylı spor müsabakasıdır.

Türkiye’de en popüler spor futboldur. Türkiye’nin en iyi takımları arasında Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş yer alıyor. 2000 yılında Galatasaray, UEFA Kupası ve UEFA Süper Kupası’nı kazanarak büyük bir Avrupa kulübü olma rolünü pekiştirdi. İki yıl sonra Türk milli takımı, Japonya ve Güney Kore’de düzenlenen 2002 FIFA Dünya Kupası’nı üçüncü sırada bitirirken, 2008’de milli takım UEFA Euro 2008 yarışmasında yarı finale yükseldi.

Basketbol ve voleybol gibi diğer ana akım sporlar da popülerdir. Türkiye, 2010 FIBA ​​Dünya Şampiyonası uluslararası basketbol turnuvasına ev sahipliği yaptı ve finale yükseldi. Erkek milli basketbol takımı Eurobasket 2001’de ikinci oldu; Efes Pilsen S.K. 1996’da Korać Kupası’nı kazandı, 1993 Saporta Kupası’nda ikinci oldu ve 2000 ve 2001’de Euroleague ve Suproleague’de Final Four’a yükseldi. Türk basketbolcular NBA’de de başarılı oldular. Haziran 2004’te Mehmet Okur, Detroit Pistons ile 2004 NBA Şampiyonluğunu kazandı ve NBA şampiyonluğu kazanan ilk Türk oyuncu oldu. Okur, 2007 NBA All-Star Maçı için Batı Konferansı All-Star Takımına seçildi ve bu etkinliğe katılan ilk Türk oyuncu oldu. NBA’deki bir diğer başarılı Türk oyuncu ise 28 Nisan 2008’de 2007–2008 sezonunda NBA’in En İyi Gelişim Gösteren Oyuncusu Ödülü’ne layık görülen Hidayet Türkoğlu’dur. Basketbolda 2010’lu yıllarda Fenerbahçe Basketbol ve Anadolu Efes S.K. sırasıyla 2017 ve 2021’de Euroleague şampiyonluğunu kazanmanın yanı sıra  üst üste Euroleague Final Four maçına çıkmıştır. Eczacıbaşı, Vakıfbank ve Fenerbahçe gibi kadın voleybol takımları, çok sayıda Avrupa şampiyonluğu ve madalyası kazanarak herhangi bir takım sporunda açık ara en başarılı takımlar olmuştur.

Motor sporları, özellikle 2003 yılında Türkiye Rallisi’nin FIA Dünya Ralli Şampiyonası takvimine ve 2005 yılında Türkiye Grand Prix’sinin Formula 1 yarış takvimine dahil edilmesiyle son zamanlarda popüler hale geldi. İstanbul Park yarış pistinde her yıl düzenlenen diğer önemli motor sporları etkinlikleri arasında MotoGP Türkiye Grand Prix’si, FIA Dünya Binek Araç Şampiyonası, GP2 Serisi ve Le Mans Serisi bulunmaktadır. Zaman zaman İstanbul ve Antalya, F1 Powerboat Racing şampiyonasının Türkiye ayağına da ev sahipliği yapıyor; Bir hava yarışı yarışması olan Red Bull Air Race World Series’in Türkiye ayağı ise İstanbul’da Haliç üzerinde gerçekleştiriliyor. Sörf, snowboard, kaykay, yamaç paraşütü ve diğer ekstrem sporlar her yıl daha popüler hale geliyor.

Serbest stil güreş ve Greko-Romen güreş gibi FILA tarafından yönetilen uluslararası güreş stilleri de popülerdir ve Türk güreşçilerin hem bireysel hem de milli takım olarak kazandığı birçok Avrupa, Dünya ve Olimpiyat şampiyonluğu vardır. Türklerin uluslararası alanda başarılı oldukları bir diğer önemli spor dalı halterdir; Hem erkek hem de kadın Türk halterciler olarak sayısız dünya rekoru kırdılar ve birçok Avrupa, Dünya ve Olimpiyat şampiyonluğu kazandılar. Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu, üç olimpiyatta üç altın madalya kazanan birkaç halterciden biri olarak efsane statüsüne ulaştı.

Türkiye, 2005 Yaz Üniversite Oyunları’na İzmir’de ve 2011 Kış Üniversite Oyunları’na Erzurum’da ev sahipliği yaptı.

Türk mutfağı, Türk ve İran mutfaklarının füzyonu ve inceliği olarak tanımlanabilecek Osmanlı mirasını miras almıştır. Türk mutfağı aynı zamanda Batı Avrupa mutfaklarının yanı sıra Yunan, Ermeni, Arap, Fars, Balkan ve Orta Doğu mutfaklarını ve diğer komşu mutfakları da etkilemiştir. Osmanlılar, kendi ülkelerinin çeşitli mutfak geleneklerini Orta Doğu mutfaklarından gelen etkilerle ve Orta Asya’dan yoğurt gibi geleneksel Türki unsurlarla birleştirdiler. Osmanlı İmparatorluğu gerçekten de geniş bir teknik uzmanlık yelpazesi yarattı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde, engin Osmanlı yemeklerinden parçalar bulunduğu gözlemlenebilir. Bir bütün olarak ele alındığında Türk mutfağı homojen değildir. Ülke genelinde yaygın olan Türk spesiyalitelerinin yanı sıra yöresel spesiyaliteler de mevcuttur. Karadeniz bölgesinin mutfağı (Türkiye’nin kuzeyi) mısır ve hamsiye dayalıdır. Güneydoğu – Urfa, Gaziantep ve Adana – kebapları, mezeleri ve baklava, kadayıf ve künefe gibi hamurlu tatlıları ile ünlüdür. Özellikle Türkiye’nin batı kesimlerinde, zeytin ağaçlarının bol miktarda yetiştirildiği yerlerde, zeytinyağı yemek pişirmek için kullanılan başlıca yağ türüdür. Ege, Marmara ve Akdeniz bölgesi mutfakları sebze, ot ve balık açısından zengin olması nedeniyle Akdeniz mutfağının temel özelliklerini gösterir. Orta Anadolu, keşkek (kaşkak), mantı (özellikle Kayseri’ye özgü) ve gözleme gibi hamur işleri spesiyaliteleriyle ünlüdür.

Spesiyalitelerin adı bazen bir şehir veya bölgenin adını (Türkiye’de veya dışında) içerir. Bu, bir yemeğin o bölgenin bir özelliği olduğunu veya o bölgede kullanılan belirli tekniğe veya bileşenlere atıfta bulunabileceğini düşündürür. Örneğin Urfa kebabı ile Adana kebabı arasındaki fark, soğan yerine sarımsak kullanılması ve kebabın daha fazla acı biber içermesidir.

Noel, Türklerin çoğunluğu bu şekilde kutlamasa da, bu fikir tamamen yabancı değildir. Şenlik, Noel Baba’nın Türkiye’de doğduğu ve Noel Baba olarak bilinen köklerini izler. Noel Baba’nın yılbaşında çocuklara hediyeler getirmesi uzun zamandır bir gelenek olmuştur.

Usame Aslan

 

 

Geribildirim

Mail adresiniz gizli kalacaktır.


Biz Kimiz?

Gayemiz, asırlardır mirasçısı olduğumuz medeniyetin gelişimine katkı sağlamak adına kurduğumuz ilim halkasındaki ilmî faaliyetleri geniş kitlelere ulaştırmaktır.

Cemiyetimizde, genç ve hareketli yazar kadromuz ile Siyaset, Hukuk, Ekonomi, Sosyoloji, Edebiyat ve Tarih gibi ilmî alanlarda gerek akademik gerekse de gündeme ilişkin yazılar kaleme alınmaktadır.


İletişim


Küçük Çamlıca Mahallesi, Filiz Sokak, No:3
Üsküdar/İstanbul