İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
okuma süresi: 4 dakika 50 saniye
Fatiha suresi, başında yer alan “hamd” kelimesiyle, insanı yalnızca bir şükür dilinden değil, bir teslimiyet ve kabul dilinden de konuşmaya davet eder. Hamd, insanın içsel dünyasında, Allah’ın varlığını ve kudretini tanımanın, yaşamın her anına derin bir anlam yüklemenin bir ifadesidir. Bu teslimiyet, insanın evrendeki her şeyin Allah’a ait olduğunu kabul etmesidir. Sadece yaşamın keyifli anları değil, zorluklar ve sıkıntılar da Allah’ın takdiri olarak kabul edilir. Hamd, insanın kalbini, sadece kişisel zaferleri değil, toplumsal adaletsizlikleri ve evrensel sıkıntıları da görüp kabul etmeye yönlendirir. Her şeyin Allah’ın izniyle var olduğunu kabul etmek, insanın her koşulda ruhsal dinginlik bulmasını sağlar. İçsel bir yaratıcılık örneği üzerinden bakıldığında, bir ressamın tuvali, kendisinin veya başkalarının gözlerinden bağımsız olarak her fırça darbesinin bir anlam taşıması gerektiği gibi, hamd, insanın hayatındaki her anın, her olayın ve her duygunun bir anlam taşıması gerektiğini hatırlatır. Kişi, bir başarısızlık karşısında “hamd olsun” dediğinde, sadece bir sabır gösterisi değil, gelecekteki büyümeye dair inanç ve ilahi kudrete teslimiyetin ifadesidir. Zorluk, bireyi büyüten bir öğretmen; hayatın neşesi ise Allah’ın bir lütfu olarak kabul edilir.
“Din gününün mâliki olan Allah” ifadesi, zamanın dışında bir gerçeğe işaret ederken, aynı zamanda insanı içsel bir hesaplaşmaya ve gözle görülmeyen bir yüksekliğe doğru yönlendirir. Bu hesaplaşma, sadece dini bir sorumluluk değil, bireysel bir yolculuktur. İnsan, her anında vicdanıyla hesaplaşarak, yalnızca Tanrı’ya karşı değil, kendi ruhu ve vicdanı ile de hesap verir. Bu hesaplaşma, insanın her hareketinin, her sözünün ve her düşüncesinin anlamını sorgulamasına yol açar. Vicdan, insanın hem içsel bir ölçüsü hem de ona verilen manevi görevlerin farkındalığıdır. Bu, sadece dünyevi adaletin değil, ahirete dair bir vicdani sorumluluğun da temellerini atar. Bunun felsefi yansıması, Sokrat’ın sorgulayıcı zihniyetinde olduğu gibi, bireyi sürekli olarak kendisini yoklama ve yeniden doğma sürecine sokar. Sokrat’ın “Kendini bil” öğüdü, insanın sadece dışsal dünyaya değil, içsel dünyasına da bakması gerektiğini gösterir. Bu içsel bakış, “Din günü” inancını taşıyan bireylerin, kendilerini sadece eylemleriyle değil, niyetleriyle de hesaba çekmeleri gerektiğine dair bir derinlik oluşturur.
“Din gününün mâliki olan Allah” ifadesi, yalnızca bireysel hesaplaşmayı değil, toplumsal düzenin temellerini de derinden etkiler. Toplumlar, ilahi adaletin ve eşitliğin kaynağının Allah olduğuna inanarak bu anlayışla şekillenir. Toplumun vicdanı, her bireyin eşit haklara sahip olduğu, her eylemin ve her adaletin Allah’ın takdiriyle gerçekleşeceği bir düzene işaret eder. Mutlak adalet inancı, toplumdaki her bireyi yalnızca Allah’a karşı değil, birbirlerine karşı da adil olmaya zorlar. İnsanlar, ilahi bir adaletin mutlaka tecelli edeceği inancıyla başkalarının haklarına saygı duyar; kendilerinin haklarını savunurken de başkalarına karşı adil olmaya özen gösterirler.
Bir toplumsal dönüşüm örneği olarak, Martin Luther King’in “I Have a Dream” konuşmasında insanlık onurunun her bireye eşit bir şekilde tanınması gerektiği vurgulanır. Bu, adaletin sadece bir insana ait değil, her canlının haklarını savunmaya yönlendiren bir sosyal sorumluluk haline gelir. “Din günü” kavramı, bu tür liderlerin yürüdükleri yolu daha anlamlı kılar. Toplumlar, inançlarının merkezinde Allah’ın mutlak adaletine olan derin inançlarını taşır ve bu inanç, toplumsal eşitlik ve adalet anlayışını şekillendirir.
Siyasal düzeyde “Din gününün mâliki olan Allah” ifadesi, mutlak otoritenin yalnızca Allah’a ait olduğunu hatırlatarak, siyasetin ve yönetimin doğasında bulunan geçici ve sınırlı güç anlayışını sorgular. Bireyler, toplumda iktidar sahibi olanların yalnızca Allah’a karşı değil, toplumlarına karşı da sorumlu olduklarına inanırlar. Herhangi bir siyasal liderin mutlak güce sahip olmadığı, her şeyin Allah’a ait olduğuna dair bir anlayış, siyasal hesaplaşmayı ve liderlik sorumluluğunu daha derin bir bağlamda ele alır. Bu anlayış, bireylerin siyasal sisteme ve yöneticilerine karşı daha vicdanlı ve adil bir yaklaşım sergilemelerini teşvik eder. Bir siyasal bakış açısı olarak, Hz. Ali’nin adalet anlayışı örnek gösterilebilir. Hz. Ali, yöneticilerin mutlak adaleti sağlama sorumluluğunun bilincindeydi ve halkın haklarına saygı göstererek, adaletin Allah’a teslimiyetle mümkün olduğunu savunuyordu. Siyasal bir lider olarak, Allah’ın hükmü karşısında her insanın eşit olduğunu ve her yöneticinin hesap verme sorumluluğu taşıdığını bilerek hareket ediyordu
“Din gününün mâliki olan Allah” ifadesi, yalnızca bir ahiret inancı değil, her anın bir hesaplaşma ve her eylemin bir hesap verme sorumluluğu taşıdığı bir perspektifi yansıtır. Hamd, şükür ve teslimiyet insanı hem bireysel hem toplumsal düzeyde daha adil, daha vicdanlı ve daha huzurlu bir yaşama yönlendirir. Bireysel, toplumsal ve siyasal düzeydeki her dönüşüm, Allah’ın mutlak hükmü ve adaletine teslimiyetle şekillenir. Adaletin tecellisi, her bireyin ve her toplumun gerçek ve sonsuz huzura ulaşmasına olanak tanır.
Hale Aygen
Demir, M. (2007). İslam Hukukunda Adalet ve Adaletin Toplumsal Yansıması. İstanbul: İlahiyat Yayınları.
Karaman, S. (2005). Kur’an’da Adalet Kavramı ve Uygulama Alanları. Ankara: TSE Yayınları.
Türkmen, N. (2011). Fatiha Suresi ve İnsan Ruhuna Yansımaları. İstanbul: Düşün Yayınları.
Yorum Yaz