15 TEMMUZ: İHANETİN ANATOMİSİ VE BİR MİLLETİN SINAVI

TOPLUM VE GÜNDEM

Çünkü Türkiye, 15 Temmuz’u unuttuğu gün, yeni bir 15 Temmuz’a uyanabilir.

1. İhanetin Kökleri: FETÖ’nün Uzun Yürüyüşü

  Bugün 15 Temmuz'u konuşurken, meseleyi yalnızca bir gecede yaşanan bir darbe girişimi gibi görmek büyük bir eksiklik olur. O gece yaşananlar, aslında 50 yılı aşkın bir sinsi planın son perdesiydi. Fethullah Gülen ve etrafındaki yapı, 1960'lı yıllardan itibaren devlete sızmayı bir hedef olarak belirlemişti. Cemaat görüntüsü altında örgütlenen bu yapı, eğitimden medyaya, emniyetten yargıya kadar her alanda derin bir ağ kurdu. En tehlikeli silahları ise "din"di. “Allah rızası” diyerek inandırdılar. “Hizmet” diyerek sempati topladılar. Ve yıllarca kendilerini masum bir eğitim hareketi gibi göstererek, zihinlerde bir güven duvarı inşa ettiler.

  Fakat perde arkasında ABD destekli, çok daha organize bir örgüt vardı. Gülen, hemen her dönemin siyasetçileriyle görüşüyor, devlete sızma planlarını adım adım ilerletiyordu. 1980’lerden sonra bu süreç hızlandı. 90’larda medya gücü artan örgüt, Türkiye’nin krizlerle boğuştuğu yıllarda kamu kurumlarına sızmayı başardı. 2000'lere geldiğimizde ise artık her kademede “abi”leri, “imam”ları ve örgüt üyeleri vardı.

  Ancak asıl kırılma noktası, Erdoğan hükümetinin göreve geldiği 2002 yılıydı. Çünkü Türkiye, o dönemde iki büyük vesayetçi yapının kıskacındaydı: Bir yanda askeri-bürokratik vesayet, diğer yanda ise yıllardır sinsice büyüyen FETÖ yapılanması. Erdoğan hükümeti için bu durum satranç tahtasında iki güçlü düşmana aynı anda savaş açmak gibiydi. Erbakan bunu denemiş, güçlenmeden mücadeleye kalkıştığı için kaybetmişti. Bu yüzden Erdoğan hükümeti, önceliği askeri vesayeti zayıflatmaya verdi ve hem içerde hem de dışarda gücü ele geçirene kadar bir denge politikası izledi. Burada kritik ve tartışmalı bir strateji uygulandı: Devletin içindeki ikinci güçlü yapı olan FETÖ, askeri vesayeti kırmak için kullanıldı. Bu tercih bir zorunluluktu belki de. Çünkü bürokrasiyle çatışarak, Türkiye’yi yönetmek neredeyse imkânsızdı.

Ama bu tercih, ileride çok daha büyük bir tehdidin kapılarını aralayacaktı.

2. Satranç Tahtasında Mecburi Hamle: Vesayeti Bitirmek İçin Tehditle İttifak

 2000’li yılların başında Erdoğan hükümeti, askeri vesayetle doğrudan çatışmaya giremeyeceğini gördü. Çünkü askeri-bürokratik yapı, sadece silahlı kuvvetlerden ibaret değildi. Yargıda, üniversitelerde, medya kanallarında etkili olan derin bir sistemdi bu. En küçük adımda “irtica” suçlamasıyla hükümeti köşeye sıkıştıran, laiklik sopasını elinden bırakmayan bir düzen. E-muhtıra bunun somut örneğiydi. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemeye çalışılması, AK Parti’ye kapatma davası gibi eylemler doğrudan iktidara gözdağı veriyordu. Devlet, iki büyük vesayetçi yapının kıskacındaydı. Bir yanda yıllardır “laiklik bekçiliği” yapan askeri-bürokratik vesayet… Diğer yanda ise dini bir görüntü altında örgütlenen, sinsice devlete sızan FETÖ yapılanması. Erdoğan hükümeti, bu iki tehdidin de farkındaydı. Fakat bir tercih yapılmalıydı. Çükü devletin içinden destek almadan, salt siyasi iradeyle bu iki cepheye aynı anda savaş açmak intihar olurdu. Bu yüzden stratejik bir hamle yapıldı: Öncelik askeri vesayetin tasfiyesine verildi. Bu vesayeti bitirebilmek için devletin içindeki ikinci güçlü blok olan FETÖ’yle geçici bir ittifak kuruldu. Aslında bir anlamda "düşmanına karşı başka bir düşmanı kullanmak" stratejisiydi bu. Çünkü askeri vesayet doğrudan hükümeti devirmekle tehdit eden, açık bir düşmandı. FETÖ ise o aşamada derinlere gizlenmişti. Tehdit büyüktü, evet, ama görünür değildi. Erdoğan hükümeti, FETÖ’nün ne olduğunu biliyordu; ama gücü yetmediği için önce askeri vesayeti zayıflatmaya odaklandı. Bu bir tercih değil, mecburiyetti.

Ergenekon ve Balyoz davalarıyla askeri vesayet sarsıldı. FETÖ yargısı ve medyası bu sürecin lokomotifi oldu. Ancak hükümet için mesele vesayeti bitirdikten sonra devleti yeniden kurmaktı. Fakat askeri vesayetin tasfiyesiyle boşalan alana FETÖ’nün yerleşmesi, tehditin yönünü değiştirdi. Erdoğan hükümeti, baştan beri bildiği tehdidin artık iyice görünür ve kontrolsüz hale geldiğini fark ettiğinde, bu kez FETÖ’yle yüzleşmeye hazırdı.

Ama artık durum çok daha zordu. FETÖ, yargıda, emniyette, istihbaratta ve eğitimde kök salmıştı. Ve sıradaki büyük çatışma, kaçınılmazdı.

Artık satranç tahtasında taraflar netleşmişti: Devlet ve FETÖ.

3. Devletle Paralel Yapının Açık Savaşı: İhanetin Kodları

 Askeri vesayet geriletildikten sonra, Erdoğan hükümeti için yeni tehdit tamamen berrak hale gelmişti: FETÖ yapılanması. Başta derinlere gizlenen bu örgüt, artık devleti içeriden ele geçirme iştahını gizlemeyecek kadar güçlü hissetmeye başlamıştı. Ve işte bu noktada açık çatışma başladı.

Bu çatışmanın ilk işareti, 2012 yılında geldi. Millî İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan, FETÖ’cü savcılar tarafından ifadeye çağrıldı. Bu hamle açık bir meydan okumaydı: Devletin istihbaratını kontrol edemeyen bir hükümet bırakmak istiyorlardı. Hedef doğrudan Erdoğan’dı. Ancak hükümet bu hamleye geri adım atmayarak direndi. Fidan’ a doğrudan Erdoğan tatrafından ifade vermeye gidilmemesi söylenmişti ve bunun için gerekirse polisle çatışmadan geri durmaması. Bu, aslında FETÖ ile ilk resmî restleşmeydi.

Sonraki adım daha da sertleşti: 2013 yılındaki 17-25 Aralık operasyonlarıyla yargı ve emniyet içindeki FETÖ’cüler, doğrudan hükümeti hedef aldı. Bakan çocukları üzerinden yolsuzluk operasyonları yapılarak kamuoyunda algı oluşturulmaya çalışıldı. Hedef açıktı: Erdoğan hükümetini yıpratmak, siyasi meşruiyetini sarsmak ve yönetimi ele geçirmek. Ancak Erdoğan geri adım atmadı. Paralel yapı dediği örgütle mücadele artık devlete sirayet eden bir güvenlik meselesi haline gelmişti.

Ama FETÖ’nün saldırıları bununla sınırlı kalmadı. 2014’te MİT tırları kumpasıyla Türkiye’yi uluslararası düzeyde “terörü destekleyen ülke” konumuna sokmak istediler. 2013’te Gezi Olayları sırasında ise ülke içinden yeni bir kriz dalgası körüklendi. O dönem çok az kişinin fark ettiği bir gerçek vardı: Gezi’de sahada olan birçok polis, FETÖ’cüydü. Olayların büyümesi, hükümetin kontrol kaybetmesi için organize bir şekilde kargaşa tırmandırılıyordu. Sokakta “özgürlük” diye bağıran gençlerin arkasında, devleti ele geçirmeye çalışan karanlık bir yapı vardı.

Bu dönemde devlet ve FETÖ arasındaki mücadele artık açıktan yürüyordu. Her kurumda, her bürokrat atamasında bir savaş yaşanıyordu. Hükümetin attığı her adım, yargıda, emniyette, hatta medyada engellenmeye çalışılıyordu. FETÖ, kendisini devletten ayrı değil, doğrudan devletin alternatifi olarak görüyordu. Sızma değil, işgal hedefliyorlardı.

Ve bu işgal planı, 15 Temmuz gecesinde kanlı bir kalkışmaya dönüştü.

4. 15 Temmuz: Sızmadan İşgale Geçiş

  15 Temmuz 2016 gecesi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık ama aynı zamanda en aydınlık sayfalarından biri yazıldı. Çünkü o gece, bir ihanetin taşları yıllarca sessizce döşenmişti. 50 yıl boyunca devlete “sızan” FETÖ, artık “işgal” hamlesine geçmişti. Pensilvanya’daki merkezden gelen talimatla, yıllarca devlete hizmet eder görünen askerler, polisler, yargıçlar harekete geçirildi. Ve Türk ordusunun üniformasını giymiş FETÖ mensupları, millete kurşun sıkmaya başladı.

Bu bir askeri darbe girişimi değildi sadece. Bu, Türkiye’yi içeriden çökertme planıydı. Meclis bombalandı. Özel Harekât merkezleri vuruldu. Sokaklarda sivil vatandaşlar tarandı. 253 insan hayatını kaybetti. Binlercesi yaralandı. Ama en büyük darbeyi, halkın yıllardır kutsal gördüğü değerler aldı. Çünkü “Allah rızası”, “cemaat”, “hizmet” gibi kavramların arkasına saklanan bir yapının, ‘’Allah adına’’ milleti bombaladığını gördü bu millet.

Ve o gece, halkın neden liderine sahip çıktığını da gösterdi aslında. Çünkü halk artık biliyordu: Bu bir iktidar kavgası değildi. Bu, Türkiye’yi tamamen yok etme planıydı. O yüzden insanlar tereddüt etmedi. Liderlerinin etrafında kenetlendi. Çünkü kaosun ortasında, güvenebilecekleri tek kişi, halkıyla birlikte direnen bir liderdi.

Darbe girişimi başarısız oldu. Ama ordu lekelenmişti. FETÖ, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içine o kadar derin sızmıştı ki, bir gecede milletin gözbebeği ordu, milletin karşısına namlu doğrultan bir düşman gibi gösterildi. Ama hemen ardından başlayan Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtları, bir gerçeği gösterdi: Bu milletin ordusu, özüne döndüğünde, ihanet artıklarından temizlendiğinde, hâlâ sapasağlamdı.

Ancak bir başka gerçek daha netleşmişti: Bu milletin kalbine, inancına ve devletine sızmak isteyenlerin maskesi, o gece paramparça olmuştu.

5. İhanetin Unutturulmasına İzin Vermemek: Hafıza ve Direniş

15 Temmuz'un üzerinden yıllar geçti. Ancak zaman geçtikçe tehlikenin boyutu küçülmedi, sadece şekil değiştirdi. O gece sokaklara çıkan, tankların önüne yatan halk, sadece bir darbe girişimini değil, aynı zamanda yıllardır inancını sömüren bir yapının maskesini de yere düşürdü. Fakat bugün en büyük risk, hafızanın silinmesi. Toplumların en büyük zaafı, unutmaktır. FETÖ, sadece silahla değil; algıyla, unutturarak yeniden sızmaya çalışıyor.

“Bu bir tiyatroydu” diyenler hâlâ var. Oysa o tiyatronun sahnesinde 253 şehit yatıyor. Meclis bombalandı. Vatandaşların üzerine uçaklardan bomba yağdırıldı. Sorulması gereken soru basit: Hangi tiyatroda oyuncular gerçekten ölür? Bu ihanetin “kontrollü” ya da “sahte” olduğunu söyleyen her kişi, FETÖ'nün algı mühendisliğine hizmet ediyor, belki farkında bile olmadan.

FETÖ ile savaş kazanıldı sanmak da bir başka tehlike. Çünkü FETÖ sadece bir darbe girişimi değil; bir akıl, bir sistemdir. Din üzerinden zihinleri manipüle eden bir ideolojidir. Devletin içine bir virüs gibi yerleşti. O yüzden mücadele sadece askeri ya da hukuki değil, aynı zamanda fikrîdir. “Gerçek inanç” ile “istismar edilen din” arasındaki farkı ayırt edemeyen toplumlar, yeni Fetullahlar üretmeye her zaman açıktır.

15 Temmuz sadece bir darbe girişimi değildi. O gece yaşananlar, aslında devletin tamamı için bir sınavdı. Bu, sadece hükümetin değil; tüm kurumlarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınavıydı. Güvenlik bürokrasisi, yargı, istihbarat, askerî yapı ve halk… Herkes o gece o sınavın bir parçasıydı. Ve evet, iyisiyle kötüsüyle, bedeller ödenerek bu sınav verildi. Elbette yanlışlar yapıldı. Elbette o süreçte mağdur olanlar da oldu. Ancak mesele bir hükümetin ya da bir siyasi partinin meselesi değildi; mesele doğrudan devletin bekasıydı. Ve devlet, varlığını koruyabilmek için bazen ağır bedeller ödemek zorunda kalır.

Bugün Türkiye’nin en önemli görevi, hafızayı canlı tutmaktır. 15 Temmuz’u sıradan bir tarih olarak görmek, yarın yeni bir 15 Temmuz’a davetiye çıkarmak demektir. Bu sadece geçmişin muhasebesi değil; geleceğin sigortasıdır. Okullarda, medyada, sokakta, her platformda o gece yaşananlar anlatılmalı. Ama sadece olaylar değil, arka planı da öğretilmeli. FETÖ’nün nasıl sızdığı, neden fark edilmediği ya da neden görmezden gelindiği açıklanmalı. Sızmak, gizlenmek ve zamanı geldiğinde vurmak üzerine kurulmuş bir yapıdan bahsediyoruz. Bu yüzden mücadele hâlâ bitmedi. Bitmemeli. Mücadele sadece FETÖ ile de sınırlı değil. Dini, inancı, vatan sevgisini istismar eden her türlü yapıya karşı mücadele, kesintisiz sürmeli.

 Eğer unutur, hesaplaşmaz ve ders çıkarmazsak; yarın başka bir ihanetin kapımızı çalması kaçınılmaz.

15 Temmuz, sadece bir gecelik değil, yarım asırlık bir ihanetin özeti ve bir milletin direniş manifestosudur. Şimdi görevimiz, o gecenin dersleriyle geleceği korumak.

Çünkü Türkiye, 15 Temmuz’u unuttuğu gün, yeni bir 15 Temmuz’a uyanabilir.

Enes Özdemir

 

Enes Özdemir
Enes Özdemir

Enes Özdemir, 2002 yılında Afyonkarahisar’da doğdu. Konya Karatay Hacı Veyiszade İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngi ...

Yorum Yaz