MESCİD-İ NEBEVİ: ZAMANIN KALBİNDE SESSİZ BİR NEFES

MİMARİ

Bazı yapılar vardır ki insan eliyle değil, insanın yüklediği anlamla kurulur. Mescid-i Nebevi, işte tam olarak böyle bir yapıdır. O, ne taştan ne mermerdendir; onun harcı ilk secdeyle karılmış, direkleri ilk tevekkülle dikilmiştir. Ve her ne kadar tarih boyunca sayısız defa yeniden inşa edilse de, o ilk günkü ruhu hiç yıkılmamıştır.

Bazı yapılar vardır ki insan eliyle değil, insanın yüklediği anlamla kurulur. Mescid-i Nebevi, işte tam olarak böyle bir yapıdır. O, ne taştan ne mermerdendir; onun harcı ilk secdeyle karılmış, direkleri ilk tevekkülle dikilmiştir. Ve her ne kadar tarih boyunca sayısız defa yeniden inşa edilse de, o ilk günkü ruhu hiç yıkılmamıştır.

Hz. Muhammed’in hicretiyle başlayan bu yapı, bir mekândan ziyade bir zihniyetin, bir toplumsal tahayyülün çekirdeğidir. Mescid, sadece bir ibadet yeri değildir. O aynı zamanda bir mahkeme, bir okul, bir meclis, bir barınak, bir limandır. Çünkü İslam, mekânı parçalamaz; onun içinde hayatı bütün kılar. Bu yüzden Mescid-i Nebevi’de hem Kur’an okunur hem karar alınır; hem fakirler yatar hem elçiler ağırlanır; hem savaş konuşulur hem adalet dağıtılır. O yapı, işlevleriyle değil, mana ile genişler. Ve bu mana, onu diğer tüm camilerden ayırır.

Hz. Peygamber mescidi bizzat inşa ettiğinde, kıblesi Kudüs’tü. Ama bir süre sonra vahyin yönü Kâbe’ye çevrildi ve mescid de yön değiştirdi. Bu sadece mimari bir dönüşüm değil, aynı zamanda teolojik ve politik bir duruştu. Müslümanlar artık kendi yönlerine, kendi merkezlerine bakacaklardı. Kudüs, geçmişti; Kâbe, gelecek. Mescid ise bu geçişin mekânıydı. Böylece, mimari bir kıble değişimi, bir ümmetin istikamet arayışıyla kesişti. Mimari burada sadece yön göstermiyor, bir şuur hâlini somutlaştırıyordu1.

Zamanla Mescid büyüdü. Halifeler genişletti, sultanlar süsledi. Emevîler mozaik döşedi, Abbâsîler mihraplar yaptı, Memlûkler hat sanatını taşıdı, Osmanlılar yeşil kubbeyi göğe yükseltti. Ama her biri bu mabede bir şey kattıysa, asıl onu korumaya çalıştıkları içindi. Çünkü onlar da bilirlerdi ki, bu yapı ne kadar büyürse büyüsün, ilk hurma kütüklerinin gölgesi olmadan bir anlam taşımaz.

Yeşil kubbe... İşte o kubbe belki de İslam tarihinde en çok bakılan, en çok sessizce ağlanan yapılardan biridir. Altında Hz. Peygamber’in kabri vardır. Ama orada yatan bir ölü değil, yaşayan bir hatıradır. Kubbe yeşildir; çünkü yeşil, yeniden dirilişin rengidir. Ümmetin gözyaşları oraya akar, ama ağlayışın sebebi hasret değil; şahitliktir. O kubbeye bakanlar, kendilerine dönerler. Zira o kubbe, göğe değil, içe açılır.

Modern zamanlarda mescid çok büyüdü. Çelik kirişler, açılır çatılar, soğutma sistemleri, mermer döşemeler… Her şey yerli yerinde ama her şey biraz daha uzak. Çünkü büyüdükçe uzaklaşır bazen hakikat. Yüz binlerce insan namaz kılarken, ilk mü’minlerin omuz omuza durduğu o sıkışık saflar, yerini düzenli ama mesafeli saflara bırakmıştır. Yine de orası hâlâ kalptir. Çünkü o yapı hâlâ Allah için var. Ve bir mabedin niyeti, malzemesinden daha değerlidir.

Bugün bir hacı ya da ziyaretçi oraya girdiğinde, belki ilk gördüğü şey dev kubbeler, parlak zeminlerdir. Ama dikkatle bakan biri, taşların ötesinde bir sessizlik duyar. Bu sessizlik, ilk sabah namazından kalan bir yankıdır. Bir zamanlar Hz. Peygamber’in sesi o mescitte yankılanmıştı. Şimdi ise o yankının yankısı vardır. İşte bu yankı, mimarinin asla erişemeyeceği bir mana düzlemidir.

O mescide giren herkes, kendi geçmişine de girer. Çünkü Mescid-i Nebevi, sadece bir Peygamber’in değil, her Müslüman’ın da içindeki mabedi temsil eder. O yapı, dışımızdaki bir mescid değil, içimizdeki secde yeridir. Ve bu yüzden asla yıkılmaz. Çünkü o, taşla değil, dua ile ayakta durur.

Yüzyıllar boyunca farklı mimari anlayışlar, farklı yönetimler, farklı üsluplar gelip geçti. Ama hiçbirinin değiştiremediği tek şey, bu mescidin sade ama sarsılmaz özü oldu. O öz, “Allah için” niyetiyle atılan ilk kerpici, ilk secdeyi, ilk yönelişi içerir. Ne zaman oraya bakılsa, bir yapı değil; bir ilk adım, bir ilk söz, bir ilk susuş görünür.

Ve belki de bütün bir İslam mimarisinin temelini bu yapı atmıştır. Çünkü o, duvarları değil, kavramları inşa etti. Camiler, külliyeler, saraylar, türbeler sonra geldi. Ama önce Mescid-i Nebevi vardı. Ve o hâlâ orada. Sadece Medine'de değil, zamanın kalbinde durmakta. Sessiz, sabit, şahid.

Alıntı

  1. A.C. Creswell, Early Muslim Architecture, Oxford University Press, 1932.
Davut Ufuk Erdoğan
Davut Ufuk Erdoğan

Mimarlık / Tarih / Sanat Felsefesi / Kamu Yönetimi

Yorumlar
  • author
    Sumeyye Okumuş
    27.05.2025 / 00:54

    Zamandan çokkkk uzaklara gittim sanki Medine'de messicidi aksada Rasulullahın yanında gibi hissetmek gözlerimi kapatmadan mescidi aksanın en güzel halini yazıya döküp bizimle paylaştığınız için müteşekkirim

Yorum Yaz