İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Bazı yapılar vardır ki, onları görmek için göz yetmez; bir hafıza gerekir. Zira onlar artık orada değildir ama hâlâ bir şey söylerler. Basra Ulu Camii, bu yokluğun en dokunaklı örneklerinden biridir. Bugün yerinde taş yığınları, suskun tuğlalar, rüzgârın savurduğu kumlar var belki. Ama bu suskunlukta bile bir çağrı, bir iz, bir secdenin unutulmuş yankısı saklıdır. Çünkü bazı yapılar yıkılmaz, sadece gözden çekilir. Hafızada kalır, yön duygusunda kalır, bir medeniyetin ilk soluğunda kalır.
Basra, Kûfe ile birlikte İslam fetihlerinin ön karakollarıydı. Bir nevi sınır şehirleri. Ama bu sınır sadece coğrafi değil, medeniyetle yokluk arasındaki sınırdı. Çölün kıyısında, denize dönük, ama aklını semaya çevirmiş bir şehir. Ve bu şehirde yükselen Basra Camii, diğer camiler gibi ihtişamla değil, aceleyle, ihtiyaçla, vecd ile kuruldu. Ne büyük kubbeleri vardı ne de sağlam kemerleri. Hatta ilk haliyle çatısı bile yoktu. Sadece açık bir alan, hurma kütükleri ve göğe açık bir secde yeri. Fakat o açıklık, belki de İslam mimarisinin en içten, en sahici mimarisiydi1.
Basra Camii’nin mimarisi sadeliğin ötesindedir. O, yokluğun biçimidir. Orada her şey asgariydir; çünkü amaç şekil değil, anlamdır. Bir araya gelmek, birlikte eğilmek, birlikte yönelmek. Bu yüzden Basra Camii, sadece mimari değil, aynı zamanda bir niyet bildirisiydi. Çatısızlığı, maddi bir eksiklik değil; tevazunun, açıklığın, Allah ile araya giren her şeyden arınmışlığın sembolüydü.
Zamanla cami genişletildi, yenilendi, yeniden inşa edildi. Emevîler, ardından Abbasîler döneminde tuğladan duvarlar örüldü, mihrap eklendi, minare dikildi. Ama hiçbir zaman şaşaalı bir yapı olmadı. Çünkü Basra’nın kendisi de bir geçiş şehriydi; kalıcılıktan çok yolculuğun, sabitlikten çok akışın mekânı. Ve cami, şehrin bu doğasını taşıdı. Süslü değildi, çünkü Basra’da İslam’ın dili süs değil, ilimdi, fıkıhtı, kelâmdı.
Bu cami, Hasan-ı Basrî’nin duasına, Vâsıl b. Atâ’nın susuşuna, Ca’d b. Dirhem’in düşüncesine tanıklık etti. Onlar burada sadece namaz kılmadılar; inşa ettiler. Müslüman düşüncesinin ilk kırılmaları, ilk soruları, ilk cesaretli arayışları bu yapının gölgesinde yankılandı. Taşlar sadece mimari taşımaz, fikri de taşır. Ve Basra Camii, sadece secde değil; kelam taşıdı, tartışma taşıdı, korkusuz bir zihinsel dirilişin mekânı oldu2.
Bugün Basra Camii yok. Yerinde sadece harabeler var. Ama o yokluk, belki de en çok şeyi anlatan hâlidir. Çünkü yıkılmış bir cami, unutulmuş bir ruhun değil; hatırlanan bir başlangıcın işaretidir. O yapının olmaması, onun olmadığı anlamına gelmez. Aksine, zihnimizde hâlâ bir yer tutuyor olması, mimarinin aslında zamanla değil, şuurla yaşadığını gösterir. Basra Camii’ni hâlâ konuşuyoruz; çünkü o cami, sadece taşla değil, duayla kurulmuştu.
İslam mimarisinde bazı yapılar vardır ki, kendilerini göstermezler. Öyle sessizdirler ki, onları duymak için iç sesinle konuşman gerekir. Basra Camii işte böyle bir yapıdır. O, sessizliğin mimarisi, başlangıcın biçimidir. Ona bakınca bir kubbe göremezsin, ama ilk yönelişi hissedersin. Bir mihrap göremezsin, ama ilk safları duyumsarsın. Çünkü o yapı, sadece kumun üstünde değil; kalbin yöneldiği yerde kurulmuştur.
Ve belki de İslam dünyasının bugün en çok ihtiyacı olan şey, bu kayıp caminin hatırasıdır. Gösterişsiz, niyete odaklı, zihni ve kalbi birlikte secdeye çağıran bir mimari. Yani sadece form değil; iman.
Basra Camii bugün yok. Ama onunla kurduğumuz bağ, belki de var olan birçok yapıyla kurduğumuzdan daha derindir. Çünkü bazı yapılar gözden düşer; ama hafızadan hiç düşmez.
Alıntı
Davut Ufuk Erdoğan
Yorum Yaz