İlim ve Medeniyet

BİR YOKSULLUK HİKAYESİ: BAĞIMSIZLIKTAN PAKİSTAN’A DÜŞEN PAY

1947 yazı diğer Hindistan yazları gibi değildi. Hindistan’da hava bile o yıl farklı bir his uyandırıyordu. Normalden daha sıcak, kuru ve tozluydu. Ve yaz daha uzundu. Musonun bu kadar geciktiğini kimse hatırlayamadı. Haftalarca seyrek bulutlar sadece gölge yaptı. Yağmur yoktu. İnsanlar, Tanrı’nın onları günahları için cezalandırdığını söylemeye başladı.         Khushwant Singh- Train To Pakistan

Bu yazıda; İngiliz sömürge döneminin sona ermesiyle birlikte bağımsızlığını kazanan Pakistan’ın, bağımsızlıkla birlikte içinde bulunduğu durum ve sahip olduğu kaynaklar, Pakistan’ın Pakistan asıllı ilk Başkomutanı General Eyup Han’ın kendi hayat hikayesini anlattığı Efendi Değil Dost Siyasi Bir Otobiyografi adlı kitabı baz alınarak anlatılmaya çalışılacaktır.

Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de bağımsızlıklarını kazanması, yıllardır İngiliz sömürgesi altında yaşayan alt kıta halkı için önemli bir andı. Bölünme süreci, beraberinde etkileri günümüze kadar devam eden birçok olayı da meydana getirdi.

14 Ağustos 1947 tarihi, Hint alt kıtasında yaşayan bölge halkı için eşsiz bir tarihti. O gün, yaklaşık 350 yıldır bölgede varlık gösteren İngiltere bölgeden çekilmiştir. Ancak İngiltere’nin bölgeden çekilmesi bölgenin felaha çıktığı anlamına gelmiyordu. Yaklaşık 100 yıldır tek başına yönettiği alt kıtada uygulanan politikalarla, bölgeden çekildikten sonra da bölgenin bölünme hengâmesinde kan gölüne dönmesinde pay sahibi olacaktı.

Bölünme, milyonlarca insanın yıllarca yaşadıkları topraklarda yabancı durumuna düşmesi ve kendilerini sınırların “yanlış” tarafında bulması anlamına geliyordu. Bölünme ile birlikte tarihin en büyük kitlesel göç hareketi yaşanmış ve 10 milyonun üzerinde insan kendi topraklarında mülteci konumuna düşmüştü. Müslümanlar Doğu ve Batı Pakistan’a göç ederken, Sihler ve Hindular ise Hindistan’a göç etmek zorunda kalmıştı. Göç sırasında özellikle sınır bölgelerinde korkunç katliamlar yaşanmış ve milyonlarca insan hayatını kaybetmişti.

Bağımsızlığa kavuşmak için kanlı bir nehrin içinden geçtik. Korkunç bir bağnazlık ve kör bir ihtiras kasırgası halkı milyonlarca kuru yaprak gibi dallarından kopardı ve dört bir yana savurdu. İnsanlar yığınların çılgınlı ve taşkınlığı altından ezildi. Yüz binlerce erkek, kadın, çocuk boğazlandı ve koca yarım ada kanlı bir iç savaşın girdabına kapıldı. ”[1]

14 Ağustos 1947 tarihinde Pakistan bağımsızlığını kazandığında her açıdan -kıt kaynaklara sahip- yoksul bir ülkeydi. Sömürge döneminde yatırımların büyük oranı, bağımsızlıktan sonra Hindistan topraklarında kalan bölümlere yapılmıştı. Bu durum da bağımsızlık sonrası Pakistan’ın mali sıkıntılar çekmesine yol açtı. İngiltere sömürge hükümetinin alt kıtanın kaynaklarını sömürmesi ve bağımsızlık sonrası payına düşen askeri, sosyal ve ekonomik rezervleri alamaması, ilerleyen yıllarda da Pakistan’ın sıkıntı çekmesinin ana nedenlerinden olacaktı.

Pakistan bağımsızlığını kazandığında, eski İngiliz hükümetinin mali-finansal varlıklarının sadece yüzde 17,5’ini devraldı. Ayrılmanın gerçekleştiği dönemde, alt kıtanın endüstrisinin %90’ı Delhi, Mumbai ve Kalkuta’da olmak üzere Hindistan tarafında kaldı. Doğu ve Batı Pakistan olmak üzere Hindistan topraklarıyla ayrılan ve ortak sınır bulunmayan iki Pakistan ekonomisi ise temelde tarımsaldı ve bu da genel olarak ülkenin feodal seçkinleri tarafından kontrol ediliyordu.[2]

Bir Doğu Pakistan haritamız bile yoktu!

Pakistan, her açıdan yoksul bir ülke olarak doğmuştu. Ekonominin yanı sıra askeri alanda da büyük eksiklikler vardı. Bağımsızlıktan hemen sonra Hindistan’la girilen bir takım savaş ve çatışmalar Pakistan’ın bu eksikliğini tüm yönleriyle ortaya koyuyordu. Bu durumu, 1950 yılında bağımsız Pakistan’ın ilk Müslüman Pakistanlı başkomutanı olarak atanan General Eyup Han, kendi kaleme aldığı hayat hikâyesinde şu şekilde açıklıyor:

“Pakistan bağımsızlığa kavuştuğu sırada doğu Pakistan’da sadece iki piyade taburu bulunuyordu. Bina durumu çok kötüydü karargâhta ne masa vardı ne bina. Bir Doğu Pakistan haritamız bile yoktu. (…) Eyalet (Doğu Pakistan) ekonomik bakımdan son derece az gelişmişti. Sanayileşme ve ticaret bakımından büyük imkân olduğu halde taksimden önce burası için hiçbir şey yapılmamıştı. Müslümanlarda sermaye yoktu. Yılda 900 milyon rupiyi bulan jüt ticareti ise bütün kazancını Hindistan’a gönderen Hindu Mervari’lerin elindeydi.” [3]

Mevcut kaynaklar ise bağımsızlıktan hemen sonra kitlesel göç ve savaşlarla karşı karşıya kalan bir ülke için oldukça kıt anlamına geliyordu. Bağımsızlıktan hemen sonra başlayan Keşmir savaşı nedeniyle orduya bir kez kaynak ayrıldığında, ülkenin ekonomik kalkınması adına elle tutulur bir pay bırakılmamış oluyordu.

1947 yılındaki Keşmir Savaşı’nda başarı sağlayamamış olan Pakistan, 1951 yılında tekrar Hindistan’la karşı karşıya gelmişti. 1951 yılında Hindistan, artan gerilimler sonucunda Pakistan sınırı boyunca askeri yığınak yapmaya başladığında, iki taraf arasında savaş çanları çalmaya başlamıştı. Pakistanlı politikacılar ve askeri kanat, sahip olduğu kaynakların yetersizliğine rağmen savaşma eğiliminde idiler. Ancak mevcut kaynakların yetersizliği politikacıların bu isteğini gölgede bırakmış ve savaş fikri doğal olarak ikinci plana itilmişti. Eyup Han bu dönemde ordudaki kıtlığı şu şekilde açıklamaktadır:

O sıralarda Hint ordusunun karşısında yalnız 13 tankımız vardı. Bunların motörlerinin de ancak 40-50 saatlik ömrü kalmıştı.[4] (…) Bağımsızlıktan sonra Hint ordusundan bizim payımıza altı piyade tümeni, bir zırhlı tugay, birkaç eğitim tesisi ve birkaç bina düşmüştü. Bu miras kağıt üzerinde epeyce bir şey gibi görünüyordu, fakat gerçekte elimize geçen şey, iyice budanmış esaslı teçhizatı oldukça eksik birliklerdi. (…)  Bundan başka Hindistan’ın bizim payımıza düşen silahları, araç ve gereçleri vermeye razı olmaması güçlüklerimizi bir kat daha arttırıyordu.[5]

Ekonomik kıtlık ve askeri teçhizatın yokluğuna bir de orduda yetişmiş komutan ve askerin eksikliğinin eklenmesi, Pakistan’ın daha doğarken ölüme mahkûm edilmesi anlamına geliyordu. Bağımsızlıktan sonra Pakistan ordusunun başında halen bir İngiliz komutan vardı, Gracey.  Çünkü o dönemde Pakistan ordusunda sadece dört yarbay, kırk iki binbaşı ve yüz on dört yüzbaşı vardı.[6]

Gerek bölünme politikası ve Pakistan askeri seçkinlerinin tecrübesizliği gerekse Pakistan ordusunda Müslüman yüksek rütbeli askerlerin sayısının azlığı ordunun bir İngiliz komutana teslim edilmesini zorunlu kılmıştı. Ancak bu durum bağımsızlıktan hemen sonra sorun olmaya başlamıştı.

Örneğin 1947’de M. Ali Cinnah, sınır çatışmalarının artması üzerine ordunun Keşmir’e yürümesini emretmişti. Ancak o dönemde Pakistan ordusunun başındaki İngiliz Gracey, İngiltere’nin rızası olmadığı ve kendisinin de böyle bir düşüncede olamadığı gerekçeleriyle Cinnah’ın emrine karşı çıktı. Bu durum, Keşmir tarafına geçen yerel kabilesel güçlerin, destekten yoksun kalmasına ve ilerlemeyi durdurmasına yol açmıştı. Beklenilen destek, İngiliz Gracey komutanlığındaki ordudan gelmeyince ilerleme durmuş ve bu durum Hindistan tarafının, Keşmir’in önemli noktalarında konuşlanmasına ve karşı atağa geçmesine yol açmıştı.

Bundan sonra ordunun başına bir Pakistanlı komutanın geçirilmesi düşüncesi ağır basmaya başladı ve Pakistan asıllı General Eyup Han dört yıldan kısa bir sürede yarbaylıktan generalliğe terfi ettirilerek Pakistan’ın ilk Müslüman başkomutanı oldu.

Ayrıca bağımsızlıktan hemen sonra kurdurulmaya çalışılan orduda birlik duygusunu oluşturmak da bir o kadar içinden çıkılması zor bir meseleydi. Sömürge döneminde, bir arada bulunan Müslümanların krallık adına büyük tehlike oluşturduğunu düşünen İngilizler, Müslümanları ayrı ayrı birliklere dağıtmışlardı. Bundan dolayı bağımsızlık sonrası tekrar bir araya getirilen Müslümanlar arasında yabancılık hâkim olduğu için orduda birlik duygusu yoktu.

Bölünme, sadece askeri alanda değil bürokraside de göze çarpar bir şekilde Pakistan’ı zor durumda bırakmıştı. Zira Pakistan, Muhammed Ali Cinnah ve Muhammed İkbal gibi seçkinlerin mücadelesi sonucunda meydana gelmiş bir ülkeydi. Bağımsızlıktan sonra ülkede memurluk vasfına sahip Müslüman eğitimli kişi sayısı oldukça azdı. Yüksek dereceli memurların büyük çoğunluğu İngiliz sömürge memurlarıydı.

“Pakistan bağımsızlığını kazandığında (1947) Pakistanlı bürokrat seçkinler yalnızca yüz elli yedi memurdan oluşuyordu. (…) bunların yüz kırk altısı iç hizmetlerde göreve hazırken, içlerinden altmış tanesi İngiliz memurlardı; sadece seksen Müslüman memur bulunmaktaydı. ” [7]

Doğu Pakistan’da ise durum daha vahimdi: Pakistan bağımsızlığını kazandığında Doğu Pakistan’daki yüksek dereceli memurların yalnız bir tanesi bölgenin yerlisiydi.[8]

Sonuç olarak, bağımsızlıktan sonra kıt kaynaklarla kurulan Pakistan, bünyesinde barındırdığı çeşitlilikten dolayı birlikten uzak olup kurulduktan hemen sonra dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı halde bir arada kalmayı başarmıştır. Bağımsızlıktan hemen sonra askeri yönetim ve her türlü savaş teçhizatından mahrum olan Pakistan,  dönemin Hindistan başbakanı Nehru’nun, “Pakistan’ın bağımsızlıktan hemen sonra dağılıp tekrar Hindistan’a katılacağı yönündeki tezini çürütmüştür. Nitekim kurulduğunda askerinin kullanacağı tüfeği temin etmekte zorlanan Pakistan, bugün dünyanın sayılı nükleer güçlerden biri haline gelmiştir.

Aydın GÜVEN

KAYNAKÇA

ASLAN, Ömer, Pakistan’da Ordu ve Siyaset”, Ortadoğu’da Ordu Ve Siyaset, (Editör, Veysel Kurt), Ankara: SETA Kitapları, 2017.

BATES, Crispin, The Hidden Story of Partition and its Legacies”, http://www.bbc.co.uk/history/british/modern/partition1947_01.shtml, Erişim Tarihi,15,07,2019.

HAN, Muhammed Eyub, Efendi Değil, Dost: Siyasi Bir Otobiyagrafi, İstanbul: İstanbul Matbaasi, 1969.

[1] Muhammed Eyub Han, Efendi Degil, Dost: Siyasi Bir Otobiyagrafi, Istanbul: Istanbul Matbaasi, 1969, s. 52.

[2] Crispin Bates, The Hidden Story of Partition and its Legacies”, http://www.bbc.co.uk/history/british/modern/partition1947_01.shtml, Erişim Tarihi: 15.07.2019.

[3] Muhammed Eyub Han, a.g.e., s. 24-25.

[4] Muhammed Eyub Han, a.g.e., s. 43.

[5] Muhammed Eyub Han, a.g.e., s. 47.

[6] Ömer Aslan, Pakistan’da Ordu ve Siyaset”, Ortadoğu’da Ordu Ve Siyaset, (Editör, Veysel Kurt), Ankara: SETA Kitapları, 2017, s. 209.

[7]  Ömer Aslan, a.g.e.,  s. 209.

[8] Muhammed Eyub Han, a.g.e., s. 25.

Exit mobile version