Şule Yüksel Şenler
Bu yazımda özellikle bir önceki kuşağın yakından tanıdığı ama belki tanımayanların da bulunacağı bir şahsiyetten Şule Yüksel Şenler’den bahsetmek istiyorum. Hayatından kronolojik olarak bahsetmek yerine bazı özelliklerini öne çıkarmak ve o şekilde size tanıtmak istiyorum.
Şule Yüksel Şenler kendisinin ifade ettiği üzere “modern” bir ailede, batıyı taklit etmeye çalışan ve seküler diye tabir edilebilecek bir muhitte dünyaya gelmiştir. Abisi de aynı ortamda bulunmuş ama Risale-i Nur ile tanıştıktan sonra hayatı ve görüşleri tamamen değişmiş ve namaz kılmaya başlamıştır. Bir gün abisinin evde namaz kıldığını ailesi görmüş ve ailecek bu durumu alaya almışlar. Bunların içerisinde Şule Hanım da vardır. Abisi ise bu durum üzerine ve rahat bir şekilde ibadet etmeyi istediğinden evi terk etmiştir. Bu durum üzerine Şule Hanım çok üzülür ve ancak o gittikten sonra onun yokluğunda değerini anlayabildim ve bu benim için büyük bir acıydı diye olayı tanımlamaktadır. Daha sonra abisi ölümcül bir hastalığa yakalanır ve hastanede tedavi altına alınır. Kardeşine ise Risale-i Nur’u okumasını tavsiye eder. Öncesinden de tavsiye etmiştir ama Şule Yüksel Şenler Risale-i Nur’u okumayı dener fakat okudukça, düzeninin bozulacağını ve farklı düşüncelere daldığını hissettiğinden okumaya yanaşmaz.
Bir gün kadınların bulunduğu mecliste Risale-i Nur’u Şule Hanım’dan okumalarını rica ederler. Çünkü abisi o muhitte tanınmış birisidir ve o da kabul eder. Abisi okuyabildiğinden kardeşinin de okuyabileceğini düşünürler. Kendisi okur ama okunurken çok utanır, ojeli eller ve görece kısa etekten dolayı çok utanıyordur. Birkaç defa gidip gelmeye başladıktan sonra önce giyiniş tarzını değiştirir ve sonra hayatı tamamen değişecek ve kendisini bir mücadelenin içerisinde bulacaktır; Başörtüsü mücadelesi.
Hikmet-i İlahi olarak gördüğüm bir husus vardır. Kendisi okula devam ederken annesi hastalanır ve o da bir terzinin yanında çalışmak zorunda kalır. Burada çalıştığı içinde dikimi çok iyi bir şekilde öğrenir ve ilerde kendi tasarladığı başörtülerini diker. Bu sayede hem başörtüsü mücadelesini savunacak ve bundan dolayı da zorluklarla karılaşacaktır. Şimdi kendi kaleminden 9 aylık bir hapse yatış sürecini inceleyelim ve ardından ona ait bir yazıyı ise okuyalım. Şule Hanım hala hayatta olup, ciddi sağlık sorunları bulunmaktadır. Eğer hayatını okumak isterseniz de gazeteci Demet Tezcan onun hayatını bir kitapta yazmıştır. Benim aşağıda aldığım yazı ise Şule Yüksel Şenler’in yazısını muhteva eden Uygarlığın Gözyaşları isimli kitaptandır.
Not: Şule Yüksel Şenler, Huzur Sokağı’nın yazarıdır. Belki bu eserinden tanıyanlar olabilir.
Sizi Jandarmalarla Attırırım Dışarı
Yıl 1967
Bugünkü tahsilli, kültürlü, şuurlu İslam cemaatinden mahrum bulunduğumuz, ama bugünün İslam cemaatini meydana getiren yılların başlangıç tarihidir bu tarih. Bugün evlerden, cadde ve meydanlara taşan ve artık Elhamdülillah her adım başı rastlanılır hale gelmiş, nihayet üniversite kapılarında yığınlar meydana getirerek örtüsünün mücadelesini veren tesettürlü İslam hanımları ve kızlarımızın arzettiği şu göz yaşartıcı manzaraları, o yıllarda ancak hayalimizde canlandırmaya çalıştık biz.
Günlük gazete olarak İslami neşriyatın yeni başladığı dönemler “Bab-ı Ali’de sabah” ve “Bugün” gazetelerinde Şevket Eygi Bey’in dışında hemen bütün yazarların düsturu “Suya, sabuna dokunmamak!”
İşte böyle bir dönemde Bugün Gazetesi’nde günlük makalelerime başlamış oldum. Fakat ne mümkün suya sabuna dokunmamak? Böylesine kirlenmiş ve kokuşmuş cemiyet için de bulunda, suya sabuna dokunma… Ve sen de kok, cemiyet de biraz daha kokuşsun.” Hayır diyordum, mademki su ve sabun, kir ve pislikleri temizlemek için yaratılmış, aksine her an dokunabileceğim şekilde su ve sabuna daima elimin altında bulunduracağım!”
Bu düsturla kaleme aldığım günlük yazılarım ve aynı düsturla yurt çapında hanımlara hitaben verdiğim konferanslar, cemiyeti kokuşturan, suya ve sabuna dokunulmasından da hoşlanmayan mahut zümreyi kısa zamanda öylesine tedirgin etti ve telaşa düşürdü ki; 28 Mayıs 1867 tarihinde kaleme aldığım “Ağlayın Ey Müslüman Kardeşlerim, Ağlayın” başlıklı bir yazım dolayısıyla Cumhurbaşkanı’na hakaret suçuyla 3-4 sene süren muhakemem sonucu kendimi 1971 yılında Bursa Cezaevinin hapishaneden başka ziyade her şeye, ama en ziyade ahıra benzeyen kadınlar koğuşunda buldum.
Cemiyet bünyesinde suyla, sabunla giriştiğimiz bu temizlik ameliyesinden dolayı yetkili makamlardan gerçi ne bir şeref madalyası, ne de bir taltif beklemiyorduk. Fakat onlar, bir başka madalyayı, hiçbir değerle kıyaslanmayacak kıymetteki bir şeref madalyasını bilmeden ve istemeden takıverdiler boynuma. Madalyanın üzerinde şunlar yazmaktaydı: “İslam davası ve İslam’ın şanlı müdafaası uğrunda hapse giren ilk Müslüman Türk kadını!” bundan daha büyük bir şeref düşünülebilir mi?
Neydi o günler Ya Rabbi!… Türkiye ve Avrupa Müslümanlar oluk oluk Bursa’ya akıyordu. Ziyaretçilerle görüşme müsaademiz yarım saatken, sırf bu acizi ziyarete gelenlerin görülmemiş izdihamı karşısında bu müddet bir saate çıkartılıyor. Fakat yine de görüşemeden dönenlerin sayısı yarıyı geçiyor. (Rabbimiz, bütün bu hakikatli ve vefakar kardeşlerimizden razı olsun.)
Bu hal malum zümrenin şaşkınlığı ve telaşını daha da artırıyor. Öyle ya; ne umulmuş, ne bulunmuştu? Zindana atılan zillet yerine izzet bulmaktaydı. Bir şeyler yapılmalıydı. Ve yapıldı.
Bir gün Cenazevi Müdürü, koğuşumuza geldi ve sevinçle:
-Şule Hanım, müjde! Bir haftaya kadar tahliye oluyor, hürriyetinize kavuşuyorsunuz, dedi.
Halbuki cezaevine gireli henüz iki ay olmuştu. Haklı olarak şaşırdım ve sordum:
-Hayırdır inşaAllah Müdür Bey, dedim. Basın affı mı çıktı yoksa?
-Hayır Şule Hanım, dedi. Basın affı değil. Kendisine hakaret suçuyla hapse girmenize sebep olan Cumhurbaşkanının özel affı. Cumhurbaşkanı, sizi affediyor. Bugün dosyalarınızı istetti. İşlemleriniz bir haftaya kalmaz biter.
Koğuştaki arkadaşlar sevinç içinde birbiri ardına boynuma atılırken, ben bir heykel gibi, vücudum taş kesilmişcesine dimdik duruyor ve İslami izzet ve vakarımla aynı şekilde dikleşen başımı, biraz daha kaldırarak, müstehzi bir şekilde soruyor ve devam ediyorum:
-Cumhurbaşkanı mı beni affediyor, Müdür Bey? Hayır!… Asla çıkmıyorum hapisten… herkes için büyük bir lütuf olabilecek bu hareketi, ben reddediyorum, evet! Bunu lütfen böylece bildiriniz kendisine… Ve şunu da bildiriniz ki, ancak suçlu olanlar affedilir. Suçlunun haklıyı affetmesi görülmüş şey değildir. Cumhurbaşkanına hakaret kabul edilen ve hapsime sebep olan yazımda ben, Müslüman halkımızın hislerine tercüman olan ve kalemini hak ve hakikat doğrultusunda kullanmayı şiar edinmiş bir yazar olarak, sadece vazifemi yaptım! Papa 6. Paul’un gayri resmi olarak Türkiye’ye gelmesi sırasında basının bütün itiraz ve ikazlarına rağmen Ankara’dan İstanbul havalimanına gelerek, görülmemiş tantanalı merasimlerle Papa’yı karşılayışını, onun önünde eğilişini, idarecileri dahi ikazla mükellef bir kalem erbabı olarak elbette tenkit edecektim.
Birincisi; gayr-i resmi ziyaretlerde devlet ricalinin resmen karşılama merasimi yapması şart değildir. Fakat o yapmıştır.!
İkincisi; millet hissiyatının tercümanı olan basın mensupları, ziyaretten günlerce evvel karşılama merasimlerine karşı çıkmışlar, ikaz ve itirazlarda bulunmuşlardır. Buna rağmen millet hissiyatı ve basın mensuplarının haysiyeti hiçe sayılmıştır.
Üçüncüsü; hakkı ve hakikati dile getiren yazımızdan şahsen davacı olduğunu da beyan ederek, haksız yere hapse girmeme sebep olmuştur.
Bu durumda suç kimin Müdür Bey ve kim kimi affetmeli? Sorunuz lütfen kendisine.
“Siz aklınızı mı kaçırdınız, Şule Hanım? Diyor. Af geldikten sonra sizi bir dakika tutmam burada. Jandarmalarla attırırım dışarı…”
İçimden gülüyorum bu zavallılığa ve cevap veriyorum:
“Haklısınız diyorum… ama bu bedenin dirisini değil, ancak ölüsünü attırmağa yeter gücünüz. Zira biz, Elhamdülillah ki, biz bu ruhu veren şerefli ecdadımız gibi zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi tercih edenlerdeniz! Bunu da bildiriniz o makama ve lütfen ilave ediniz: Af dondurulsun!”
Ve böylece bizim af meselesi dondurulmuş oldu. Bir daha da ne ses çıktı, ne seda
Fakat benim sesim, hakkı haykıran sedam, orada da haktan aldığı cüretle ve olanca gürlüğüyle çıkmaya devam etti. Affı kabul etmeyişim yetmiyormuş gibi, birbiri arkasına hakkı haykıran şiirler yazıyor ve bunları hapishaneden Cumhurbaşkanına postalıyordum.
Şule Hanım’ın bir yazısını da paylaşalım.
Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol!
İnsanoğlunun yaradılışında vardır doğruyu sevmek, doğruya özenmek… belki çok kişiler başaramaz bunu; doğruyu, doğruluğu sevseler de ya gerçek doğruyu, veya doğrunun gerçeğini bulamadıklarından, eğrilerin ortasında sıkışıp kalmaktan kurtaramazlar kendilerini…
Bahusus içinde yaşadığımız şu garip asrın insanı ne kadar bedbahttır. Zira daha eğri ile doğrunun mukayesesini yapıp, ayırt edebilecek çağa-bulüğ dönemine- gelmezden öncesinden başlayıp, eğitim hayatında devam ederek, bütün hayatı müddetince hep ve her vesile ile bütün eğriler doğru, bütün doğrular ise eğri olarak gösterilmiştir ona. Artık onun için mutlak ve gerçek doğruyu bulmak ve o doğrunun gerçeğine erişmek Allah’ın (C.C.) nasibi ve kendi gayretinin dışında adeta imkansızdır.
İşte bunun içindir ki, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, Allah (C.C.) hidayetiyle kalbi nurlanmış olan Müslüman şanslıdır, bahtiyardır. O aydınlık ve dosdoğru bir yolun yolcusudur çünkü.
Ne var ki Müslüman; bu bahtiyarlığın yanı sıra, omuzlarında fevkalade büyük bir mesuliyetin ağırlığını da taşımaktadır.
Yaradan’ın rızasına doğru uzanan ve sonu cennet ve cemülüllah ile noktalanacak olan bu yolun dışına çıkmadan, ne kadar gösterişli ve cazibeli olursa olsun başka hiçbir yola rağbet etmeden bu hak yolda dosdoğru yürüyebilmek…. Bütün mesele bu işte.
Allah Resulü (S.A.V) ashabından bir kaçıyla yolda yürürken aniden durup, elindeki asasıyla kuma uuzn ve dümdüz bir çizgi çizerek yanındakilere sormuştu:
“Bu nedir?” diye ashab:
“Allah resulü bilir” dediler. Resullullah (SAV):
“Bu, insanı Allah’ın rızasına ulaştıran dosdoğru yoldur. Sırat-ı müstakimdir. Bu yolda dosdoğru ilerleyen kişi rızaya ulaşır ve felah bulur.” Buyurduktan sonra, bu düz çizginin sağ ve kol yanlarından çıkan küçük çizgiler çizip, yine sordu:
“Peki, bunlar nedir.?” Ashab:
“Allah Resulü bilir” dedi.
Resullullah Efendimiz (SAV):
“Bunlar ise nefsin ve şeytanın hileli yollarıdır. Kim bu yollara saparsa, helak olur.” Buyurarak, dosdoğru İslam yolunda ilerlemenin ehemmiyetini asırlar ötesine ibretli bir mesaj olarak takdim etmiş oluyordu.
Bizler beşer olarak elbette hatadan, kusurdan âri olamayız. Hele cazibedar olan fitnenin, kıyı bucak her bir birimiz “Dosdoğruluk” iddiasıyla ortaya çıkamayız. Ancak dosdoğru bir yolun –İslam yolunun- şerefli yolcuları olarak bize düşen vazife; herhalde ve mutlaka bu doğru yolda, yaradıcımızın emirleri dışına taşmadan dosdoğru ilerlemektir. Zira bunu bizden yüce Rabbimiz istemektedir. Hem de dikkat ediniz, ne dehşetli ne kesin bir emirle:
“(Ey Habibim) Sana tabi olanlarla (ümmetinle) beraber, nasıl emrolunduysan, emrolunduğun gibi dosdoğru ol!. Haddi aşmayın…”
Ayetin şiddetine bakın ki, Allah resulü:
“-Beni Hûd suresindeki bu ayet kocalttı- yaşlandırdı-“ buyururken, ashab da, bu ayet nazil olunca, Resulullah’ın saç ve sakallarına beyazlar düştüğünü haber veriyor.
Dosdoğru olabilmek.. hem de emrolunduğu gibi dosdoğru olabilmek… Bir Peygamber için belki pek zor olmayan bir iş bu… Çünkü en ufak bir hata suduruna imkan tanıtmayarak kendisini ikaz edip, uyaran Cebrail A.S. gibi bir ikazkar muhafız var onun ardında….
Lakin ya ümmet?
O nasıl başaracak bu işi?
Emirleri eğmeden, bükmeden, kendi heva ve hevesine, aklıne ve mantığına, zamana ve zemine göre bin türlü bahanelerle eğip, büküp, yamultmadan, aynen “emrolunduğu gibi”, hem de “dosdoğru” bir şekilde uygulamak!…evet, pek büyük bir iş bu ve bir o kadar da kaçınılmaz, zaruri, ağır bir mesuliyet.
Esasen Resulullah’ın bir anda saç ve sakalına beyaz düşerek yaşlanmasının tek sebebi; kendinden sonraki dönemlerde ümmetinin bu büyük iş ve ağır mesuliyeti başarıp başaramayacağı hususundaki haklı endişesiydi. Nitekim zaman geldi, Müslümanlar 73 fırkaya ayrıldılar. Kur’an emirlerinin birçoğunun her fırka kendi görüş zaviyesine göre mütalaa ederek, tatbik etmeye başladı. Böylece bir emir, birçok mülahazalarla türlü türlü şekillere bürünmüş, Yaradıcı’nın hükmü, beşer hükmüne karşı –ne hazindir ki- adeta hükümsüz kalmış oluyordu.
“Haddi aşmayın!… İstikamet çizgisinden çıkmayın.! Kur’anın hükümlerinde- Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun!..” ihtarıyla kullarını sarsan yüce Yaradıcımız, bunca taşkınlık karşısında ne kadar da sabırlı…
Ve şu imtihan sahası olan geçici dünya hayatında doğru ile eğri arasında imtihan vermekte olan biz Hz. Muhammed (SAV) ümmeti Müslüman kitleler, hakikatten ne kadar da gafiliz. Şair tevekkeli demiş;
“Yol oldur ki, Hakk’a vara,
Göz oldur ki, Hakk’ı göre!”
Şule Yüksel Şenler’in hayatına göz atmış olduk. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus İslam ile sonradan müşerref olanlar bu dine daha fazla sarılıyorlar, çünkü dinin değerini daha iyi anlıyorlar ve bir anda adeta düşünce dünyaları değişiyor ve sığınacak güvenli bir liman olarak görüyorlar İslam’ı. Bazı insanlar ise denizde olan balıklar misali İslam’ın nimetini getirdiği güzellikleri fark edemiyor veya idrakten uzak kalıyor. Şule Yüksel Şenler ise İslam ile yakinen müşerref olduktan sonra hayatını ona adamış ve Allah’ın inayetiyle ömrünü onun yolunda harcayanlardan olmuştur. Allah’ın sevdiğini kulu da sevdiğinden dolayı insanların gönlünde Şule Hanım’ın büyük bir yeri vardır.