İNSAN HAKLARINDA EVRENSELLİK VE İSLAMİ TEKLİF

ULUSLARARASI HUKUK

İkinci Dünya Savaşı sonrası, özellikle Batılı devletlerin kendi aralarında yaşadığı büyük yıkım, insan haklarının uluslararası düzeyde korunması gerekliliğini ortaya koydu. 1941 yılında ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in “Four Freedoms” (Dört Özgürlük) konuşması bu sürecin başlangıcı olarak kabul edilir.

Giriş

İnsan hakları kavramı, modern uluslararası hukuk sisteminin temel taşlarından biridir. Ancak bu kavramın evrenselliği, özellikle Batı dışı kültür ve medeniyetler tarafından zaman zaman sorgulanmakta ve yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu tartışmanın merkezinde yer alan İslam dünyası, hem evrensel insan hakları söylemine katkı sunmuş hem de onunla çeşitli açılardan çatışmıştır. Bu çalışma, insan haklarının evrenselliği meselesine İslami bir perspektiften yaklaşmakta, İslam dünyasının insan haklarına yönelik tekliflerini ve eleştirilerini değerlendirmektedir.

İnsan Haklarının Felsefi Temelleri: Doğal Hukuk ve Pozitivizm

İnsan haklarının kaynağı üzerine yürütülen tartışmalar, iki temel hukuk anlayışı etrafında şekillenir: doğal hukuk ve pozitivist hukuk yaklaşımları.

• Doğal hukuk anlayışına göre, insanlar doğuştan yalnızca insan olmaları nedeniyle birtakım temel haklara sahiptirler. Bu haklar devredilemez, vazgeçilemez ve insanın doğası gereği mevcuttur. Yaşama hakkı, özgürlük hakkı ve köle olmama hakkı bu anlayışın örnek haklarındandır.

• Pozitivist anlayış ise hakların yalnızca egemen güç veya devlet tarafından tanınmasıyla veya bahşetmesiyle var olabileceğini savunur. Eğer bir hak anayasal ya da yasal metinlerde belirtilmemişse, o hak mevcut değildir. Bu anlayışa göre, bireyin hak iddia edebilmesi için bunu yasal düzlemde ispatlayabilmesi gerekir.

Modern insan hakları anlayışı, bu iki yaklaşımın birleşiminden doğmuştur. Ancak bu birleşim, Batı’nın tarihsel ve kültürel tecrübeleri doğrultusunda şekillenmiş, dolayısıyla evrensel olduğu iddiasına rağmen Avrupa-merkezci bir karakter kazanmıştır.

Modern İnsan Hakları Rejiminin Doğuşu ve Evrenselci İddia

İkinci Dünya Savaşı sonrası, özellikle Batılı devletlerin kendi aralarında yaşadığı büyük yıkım, insan haklarının uluslararası düzeyde korunması gerekliliğini ortaya koydu. 1941 yılında ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in “Four Freedoms” (Dört Özgürlük) konuşması bu sürecin başlangıcı olarak kabul edilir. Roosevelt, savaş sonrası dünyada ifade, inanç, yoksulluktan ve korkudan özgürlük kavramlarının küresel ölçekte egemen olması gerektiğini savunmuş ve bu fikirler daha sonra Birleşmiş Milletler’e yansımıştır. Birleşmiş Milletlerle birlikte uluslararasılaşma ve uluslararası hukukta kurumsallaşma önem kazanmıştır.

1941 yılında İngiltere Başbakanı Winston Churchill ile ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt arasında imzalanan Atlantik Bildirisi, savaş sonrası düzenin ahlaki ve siyasal ilkelerini belirlemeye yönelik ilk önemli adımdır. İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri aslında 1941 yılında yeni dünya düzenini kurmaya başlamışlardı. Atlantik Bildirisi, savaş manifestosu olmakla birlikte Batı’nın liberal düzeyinin vizyonunu belirlemiştir.

Atlantik Bildirisi'nin ardından, 1 Ocak 1942’de Almanya’ya karşı olan 26 ülke tarafından imzalanan Birleşmiş Milletler Bildirgesi, Müttefik Devletler’in Nazi Almanyası ve Mihver Devletleri'ne karşı iş birliğini resmi olarak teyit ettiği bir belgeydi. Bu bildiride ilk kez “Birleşmiş Milletler” (United Nations) ifadesi kullanılmıştır. Bu devletler Atlantik Bildirisindeki prensipleri aynen uygulamaya koymuş ve savaşın sonunda zaferi elde edene kadar işbirliklerini sürdüreceklerini ifade etmişlerdir.

İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği liderlerinin bir araya geldiği 1943 Tahran Konferansı, savaş sonrası düzenin daha somut olarak tartışılmaya başlandığı bir aşamadır. Almanya’nın nasıl cezalandırılacağı, Doğu Avrupa’nın statüsü, Savaş sonrası ekonomik yeniden yapılanma gibi konular gündeme gelmiş ve Roosevelt tarafından insan hakları ve demokratik rejimler meselesine de dikkat çekilmiştir.

1944 Dumbarton Oaks Konferansı, Birleşmiş Milletler’in kurumsal yapısının temellerinin atıldığı yerdir. ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin'in temsilcileri burada toplanarak; Güvenlik Konseyi’nin yapısı, Genel Kurul’un görevleri, Uluslararası Adalet Divanı gibi yargı organlarının çerçevesi gibi konuları tartışmıştır.

1945 Yalta Konferansı savaşın bitmesine çok yakın bir sürede gerçekleşmiş ve Birleşmiş Milletler’in kurulması için son adımlar atılmıştır. Burada, BM Güvenlik Konseyi'nde veto hakkı meselesi karara bağlanmıştır, Almanya’nın bölünmesi ve Nazi yönetiminin tasfiyesi planlanmıştır, Tüm ülkelerin katılımıyla savaş sonrası evrensel bir düzenin kurulması gerektiği vurgulanmıştır, İnsan haklarının korunması, bu düzenin temel taşlarından biri olarak ifade edilmiştir.

Tüm süreçlerin ardından 25 Nisan 1945’te San Francisco’da toplanan konferansla Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalanmış ve 24 Ekim 1945’te BM resmen kurulmuştur. Antlaşmanın ön sözünde şu ifadeler dikkat çeker: “İnsanların temel haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve ulusların eşitliğine olan inancımızı yeniden ilan ederiz.” Bu ifadeler, insan haklarının artık yalnızca ulusal düzeyde değil, uluslararası alanda da koruma altına alınması gerektiğini resmileştirmiştir.

Bu süreçlerin tamamı, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yalnızca yeni bir uluslararası örgüt kurmak değil, aynı zamanda normlara dayalı bir dünya düzeni inşa etmek amacını taşımıştır. İnsan hakları da bu düzenin en temel değerlerinden biri olarak düşünülmüş, 1948 Evrensel Bildirgesi'nin zemini işte bu diplomatik aşamalarla hazırlanmıştır.

Bu bağlamda, insan haklarının evrenselleşme süreci yalnızca felsefi ya da etik bir tartışma değil, aynı zamanda siyasal, ekonomik, hukuki ve stratejik bir inşa sürecidir. Müttefikler, hem Nazi faşizmini meşru bir şekilde mahkûm etmek hem de savaş sonrası dünyayı kendi değerlerine göre şekillendirmek istemiştir. Dolayısıyla insan haklarının evrenselliği, bu dönemde normatif bir ideal olmanın yanı sıra bir hegemonya aracı olarak da işlev görmüştür.

1948 yılında kabul edilen Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, Batı'nın savaş sonrası inşa etmeye çalıştığı yeni düzenin normatif temelini oluşturmuştur. Bildirgenin hazırlanmasında Franklin D. Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt öncü bir rol oynamıştır. Ancak bu bildirgeye yönelik ilk ciddi eleştiriler de yine Batı içinden gelmiştir.

Evrensellik Eleştirileri: Kültürel Rölativizm ve Antropolojik Yaklaşımlar

1947 yılında Amerikan Antropoloji Derneği, bildirgenin kültürel farklılıkları yeterince gözetmediğini belirterek eleştiri getirmiştir. Franz Boas, Ruth Benedict ve Herman Melville gibi isimlerin öncülük ettiği bu eleştiride, kültürlerin birbirini yargılayamayacağı ve insan haklarının mutlak evrensel ilkelerle değil, kültürel bağlamlarla şekillenmesi gerektiği savunulmuştur.

Bu yaklaşıma kültürel rölativizm denir. Kültürel rölativistler, insan hakları söyleminin Batı değerlerini evrensel kılmaya çalışan bir araç haline geldiğini iddia ederler.

Ayrıca Amerikan Antropoloji Derneği’nin yanısıra Kuzey Kore ve Suudi Arabistan gibi devletler çok ciddi itirazlarda bulunmuşlardır. Zamanla Asyalı Devletler, Afrikalı Devletler ve Latin Amerikalı devletlerden oluşan Batılı olmayan devletlerin itirazları yükselmiştir.

Jack Donnelly, bugün elimizde yalnızca normatif bir evrenselliğin bulunduğunu, yani insan haklarının kurallar düzeyinde evrensel kabul edildiğini ifade ediyor. Fakat uygulamada bunun tam anlamıyla sağlanamadığını belirtir. Örneğin, Suudi Arabistan gibi ülkeler uluslararası sözleşmelere taraf olmalarına rağmen iç hukuklarında farklı uygulamalar benimsemektedir.

Donnelly, bu duruma rağmen insan haklarının doğası gereği evrensel olduğunu savunur. Henüz gerçek bir evrensellik bulunmamaktadır ama ona göre gerçek bir evrensellik var olmalıdır. İnsan için olan bir şeye, “kültürüm ya da dinim farklı” diyerek itiraz edilemez. Çünkü evrensel haklar, zaten bireylerin farklılıklarını tanır ve korur.

Ayrıca ona göre insan hakları, bireyin modern devlet karşısındaki en önemli güvencesidir. Bu nedenle kültürel gerekçelerle insan haklarını reddetmek akıl dışıdır. Gerçek bir evrensellik, farklılıkları dışlamadan herkes için hak güvenliği sağlamalıdır.

İslam Dünyasında İnsan Hakları Tartışmaları

İslam dünyası da Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ne bazı açılardan itiraz etmiştir. Özellikle Suudi Arabistan, bildirgenin evlenme özgürlüğü, din değiştirme ve cezalandırma biçimleri gibi bazı konularda İslam Şeriatı ile çeliştiğini savunarak bildirgeye eleştiriler yöneltmiştir. Örneğin, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde yaşama hakkının sınırsızlığı vurgulanırken İslam’da işlenen suça göre kısas bulunmaktadır.

Sosyalist Devletler ve Müslüman Devletlerin, Liberal Batı dünyasının kurduğu evrenselci düzeni eleştirdikleri ortak noktalar bulunmaktadır. Bunlar; toplum vurgusunun olmayışı, mülkiyetten yeterince söz edilmemesi, devletlerin iç hukuklarıyla bağdaşmaması ve sürekli olarak bireyselciliğin ön plana çıkartılmasıdır.

Ancak bu itirazlar zamanla azalmış ve 1966 yılında imzalanan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ile Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, insan haklarının farklı sistemler tarafından da kabul görebilmesi adına evrensel anlayışta esnemelere yol açmıştır. Bu ikili sözleşme, 1960’larda dekolonilazyon sürecinde özellikle Sosyalist kesimin evrenselliği çok fazla Liberalleştiğinden ötürü eleştirmesiyle doğmuştur. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar sosyalistler; medeni ve siyasal haklar ise liberaller tarafından destek görmüştür. Bugün evrensellik başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere bu iki sözleşmeyle de birlikte öne sürülmektedir.

İslam dünyasının insan haklarıyla ilgili teklifleri, üç başlık altında sınıflandırılabilir:

1. Reddiye (Karşı çıkanlar): Bu grup, Batı merkezli insan hakları anlayışının İslam’a aykırı olduğunu savunur.

2. Kabullenmeciler: Bu kesim, insan haklarını ya olduğu gibi kabul eder ya da İslami bir çerçevede yeniden üretmeye çalışır.

3. Ortak Noktacılar (Özür Dilemeci Kabulcüler): Bu görüş, Batı ile İslam arasında insan hakları bağlamında ortak değerlerin bulunabileceğini savunur.

Türkiye, bu gruplar arasında tam kabullenmeci konumda değerlendirilebilir. Tüm ana insan hakları sözleşmelerine taraf olan Türkiye, 1993 tarihli Viyana Deklarasyonu ile insan haklarının evrensel olduğunu resmen kabul etmiştir.

İslami İnsan Hakları Belgeleri ve Uygulama Sorunu

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın hazırladığı 1981 tarihli Kahire Deklarasyonu ve Arap İnsan Hakları Bildirgesi, İslam dünyasının insan hakları alanındaki kendi normatif belgeleri olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu bildirgelerde yer alan hakların bağlayıcılığı yoktur ve bunları yargılayacak bir mahkeme yapısı mevcut değildir. Henüz belgelerin başlangıçlarında evrensel bildiriye övgüyle başlamaktadır. Aynı şekilde İslam’da da bu hakların var olduğu söylenip hakları sıralamaktalar. Ayrıca bu belgelerin Arapça ve İngilizce metinleri arasında içerik farklılıkları bulunması, normatif tutarlılığın sorgulanmasına yol açmaktadır. Arapça metninde batıyla çatışan her şey mevcut iken İngilizce metninde bu eleştiriler yer almamaktadır. (Bkz. Ann Elizabeth Mayer, Islam and Human Rights)

İslam’da aklın, dinin, canın ve malın korunması zaten evrenseldir bu nedenle bazı İslam düşünürleri ve akademisyenler evresenlleşmeye sıcak bakmaktadır. (İslam hukukunun evrenselleşmesi). Örneğin Bassam Tibi ve Tarık Ramazan gibi akademisyenler genellikle batıda yaşayan ve Batı değerleriyle İslam’ın uyuşabileceğini iddia eden ve çalışmalarını bu minvalde yürüten kişilerdir.

Gerçek bir insan hakları sisteminin inşa edilebilmesi için yalnızca bildirgeler değil, aynı zamanda yargılayıcı ve bağlayıcı mahkemelerin kurulması gerekmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunun en somut örneğidir. Bu bağlamda İslam dünyasında da bir bölgesel insan hakları mahkemesi kurulması önerilmektedir. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bir mahkemesi ve sözleşmesi bulunmamaktadır. İslam’da insan hakları ile ilgili somut bir mahkeme kurup, somut olayları yargılayacak bir sisteme ihtiyacımız bulunmaktadır. Bildiriler bu bağlamda hiçbir şeyi ispatlayamamaktadır. Bunun var olup olmadığını ancak pratik belirler. Avrupa özelinde bunu net bir şekilde görebilmekteyiz. İslam’ın her ülkede farklı okunup, anlaşılıp, uygulanması bize bölgesel bir mahkeye ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Bölgesel mahkemelerin bazı unsurları temel olarak Batı sistemleriyle benzer kalabilmekle birlikte Batı sisteminden ayrılıp köklü bir paradigma değişikliğine gitmeye gerek vardır.

Sonuç ve Değerlendirme

İnsan haklarının evrenselliği meselesi, yalnızca hukuki değil aynı zamanda kültürel, dini ve felsefi boyutları olan karmaşık bir tartışmadır. İslam dünyası bu tartışmaya hem katkı sunmuş hem de eleştirel yaklaşmıştır. Ancak pratikteki eksiklikler – örneğin bağlayıcı bir mahkeme ya da kurumsal yapının olmaması – bu katkıların etkisini sınırlamaktadır.

İslam dünyası kendi özgün hukuk geleneği içinde insan onurunu ve temel hakları korumaya yönelik ilkeler geliştirmiştir. Bu ilkeler, insan hakları fikrinin İslam içindeki kökenlerini göstermesi açısından önemlidir.

Gelecekte, İslam dünyasında kurulacak bölgesel bir mahkeme, yalnızca teorik düzeyde kalan tartışmaları pratik bir düzleme çekebilir. Ancak bu adımın atılabilmesi için Batı merkezli sistemin ötesine geçebilecek, özgün ve işlevsel bir paradigma değişimine ihtiyaç vardır.

Yasir Güneş

Kaynakça

1. Birinci, G. (2017). İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kısa tarihi I: Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e.

2. Demir, A. (t.y.). İslam’da insan hakları.

3. Işıldaklı, B. (2020). İnsan haklarının evrenselliği ile kültürel rölativizmin paradoksu. Tarsus Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 1(1), 17–29. https://doi.org/(DOI numarası yoksa eklemene gerek yok)

4. Karaoğlu, A. O. (2019). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında itibarın korunması. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali Akademik Programı, İstanbul.

5. Karaoğlu, A. (2025). Hukuk düşüncesi ve Türk hukuk sistemi. İFTAM Akademi.

 

 

 

Yasir Güneş
Yasir Güneş

2021 yılından bu yana, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler (İngilizce) lisans eğitimime paralel olarak İFTAM Akademi bünyesinde sosyal bilimler alanında aldığım eğitimlerle akademi ...

Yorumlar
  • author
    Ozan
    22.04.2025 / 23:25

    Batı'nın neden bu kadar insan haklarına vurgu yaptığını anlamış olduk. Bunun bir nedeni de savaşı önlemek için olduğu anlaşılıyor. Tabi insan İslam'da eşref-i mahlukattır. Yani Yaratılanların en Şereflisidir. İslam dini bir insanı öldürmenin bütün insanı öldürmek demek olduğunu telkin eder. Keza bir insanın hayatını kurtarmakta o şekildedir. Sadece İnsanı değil bir canlıya su verdiği için bağışlanan kötü işler yapmış bir kadının hikâyesi hadislerde anlatılır. Kaldı ki yarattığı hayvana dair bir iyiliği Rabbimiz Cennet vesilesi kılabilmektedir. Üzerinde kedi uyuyor diye elbisesini kesen bir Sahabemiz var. Dinimiz bu kadar güzel ve asil. MaşaAllah çok güzel bir yazı olmuş, ben de bunları eklemek istedim. Ellerine Sağlık Yasir Hocam. Başarılarının ve gayretinin daim olmasını dilerim...

  • author
    Hamza Azak
    22.04.2025 / 18:44

    Sevdiğim bir yazarın bir sözü var. "İnsan Hakları (Human Rights) bir Yahudi'nin dünyanın her yerinde rahatça yaşayabilmesi için uydurulmuş şeylerdir." Bu bağlamda, insan hakları dediğimiz şeyi pratik anlamda ne kadar güçlendirmeye çalışsakta bazı insanların hakları'nın beynelmilel arenada yenmeye devam edeceğinin önüne nasıl geçebilirz burası muallaktır. İstifadeli bir yazıydı. Kaleminize sağlık...

  • author
    Ebubekir Selçuk
    22.04.2025 / 09:39

    Eline sağlık. Özellikle hukukun ve adaletin irdelendiği, insansın kendi hak ve hürriyetlerinin nasıl korunduğu ve devlet tarafından nasıl yürütüldüğü yönündeki düşüncelerin dört döndüğü zamanda bu yazı gayet manidar ve aydınlatıcı olmuş. Tekrardan müteşekkiriz

  • author
    Enes
    22.04.2025 / 09:37

    İstifade ettik, Allah razı olsun

Yorum Yaz