ANTİK DÖNEM SONRASI SİYASAL DÜŞÜNCELER TARİHİ GELİŞİMİ VE ORTAYA ÇIKAN GÖRÜŞLER | İlim ve Medeniyet

ANTİK DÖNEM SONRASI SİYASAL DÜŞÜNCELER TARİHİ GELİŞİMİ VE ORTAYA ÇIKAN GÖRÜŞLER

Giriş

Bu çalışma gerek bölüm derslerinde alınan notlardan gerekse sonrasında yapılan ek okumalardan oluşan bir makaledir ve içeriği ise kronoloji önemsenmeksizin dönemin insanlarının fikirlerini anlamaktan ibarettir. Çalışmanın içinde Hegel, Marx, Jean-Jacque Rousseau, David Hume, John Locke ve Thomas Hobbes gibi çokça konuşulan ve tartışılan isimlerin fikir tezleri incelendi ve o dönemde oluşturulan yeni algısı (modernite) üzerine bir inceleme yapıldı.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Tarihte özellikle büyük dönüşümlerin temeli olan kişiler (durumlar da) incelendiği zaman yaşadığı dönemden bağımsız bir inceleme yapılması sağlıklı olmaz. Çünkü mercek altına alınan kişi döneminin sosyolojisinden, tarihinden, biliminden, felsefesinden, dininden () kısacası toplumsal hayat içindeki olgulardan oluşan bir bagaja sahiptir. Bu çalışmada ise bu başlıklar genel hatlarıyla verilecek olup daha çok düşünceler ve fikirlere odaklanılacaktır. Hegel, Alman bir filozoftur. O, erken modern dönemin temsilcilerindendir. Hegel’in anlayışında gerçek olan ideanın kendisidir ve dolayısıyla gerçek olan akıldır.

Hegel din, bilim, sanat, politika, felsefe gibi alanlarda diyalektik sistemini kullanmıştır. Bu anlamda Hegel’in diyalektik temelli kendi metodolojisini oluşturduğu ve onu kullandığı söylenebilir. Bu aslında gerçeği anlamak için bir yol arayışının ürünü ve onun için başlı başına bir yoldur. Hakikatin anlaşılma yolu olarak gördüğü bu diyalektik Hegel tarafından felsefe ve diğer alanların bu konsept ile açıklanmasını gerektirmiştir.

Hegel anlayışında lineer bir düzlemden bahsetmek mümkün değildir. Bilim, sanat ve tarih () çizgisel değil, tez-antitez temelinde karşıtlıklar üzerine kurgulanmıştır. Bu karşıtlık yeni bir sentez oluşturacak ve bu sentezinde ilerleyen süreçte tez halini almasıyla yeni bir antiteze ihtiyaç duyulacaktır. Bu tez-antitez süreci hiç bitmeyecek olup süreklilik içinde yeni arayışlara kapılar açan bir mantalite haline gelecektir. Bu durum daha sonra Marx tarafından tarihi anlamak üzerine başlı başına bir yöntem olarak kullanılacaktır. Örneğin kapitalizm bir tez olsun, sosyalizm de onun antitezi. Bu durumda ortaya çıkan sentez komünizmdir. Bu konuda ideal devletsiz bir biçim olan komünizmde proletarya devriminden sonra üretim araçları ve sermayenin el değiştirmesi sonucunda yeni bir sentez olan komünizme ulaşılmaktadır. Bu konu, incelemenin Marx bölümünde tekrar gündem edilecektir.

Hegel’in anlayışında ön plana çıkan diğer bir nokta ise efendi-köle (master-slave dialectics) diyalektiğidir. Bu diyalektiğin temelinde “bir tanımlama yapılabilmesi için bir başkasına-ötekine olan ihtiyaç” varsayımından hareketle bir görüş öne sürülmüştür. Çünkü efendinin efendi olduğunu anlayabilmesi için köle muadilinden bir “şeyin” var olması gerekmektedir. Kısacası her birey kendi varlığının farkında olabilmek için diğerine ihtiyaç duyar. Bu durum yalnızca canlı varlıklar için değil cansız olanların tanımının yapılabilmesi için de gereklidir. Yani, yalanın bir olgu olarak gerçek olduğunu kabul etmemize giden yol, hakikatin varlığına iman etmemizden geçmektedir.

Karl Marx

Marx dönem olarak Hegel’den sonra gelmektedir. Hegel bahsinde ele aldığımız gibi onda temel nosyonun fikirler olduğu bir düşünce altyapısı söz konusuydu. Yani asıl belirleyici olan fikirlerdi. Bu aslında Hegel’in fikirler sahasındaki mutlakiyetçi yaklaşımından başka bir şey değildir. Bu noktada yabancılaşma (alienation) Hegel ve Marx arasında farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Yabancılaşma, Marx’ın teorisinde ön plana çıkan unsurlar arasındadır ancak Hegel’de olduğu gibi düşünsel bir süreç olarak algılanmamaktadır. Marx, yabancılaşma olgusunun iş hayatında yaşandığını ileri sürmektedir. Çünkü x kişisinin y fabrikası için çalıştığını düşündüğümüzde x, y için çalışıp ürettiği için yaptığı iş bir süre sonra x için oldukça anlamsız hale gelecektir.[1]

Yabancılaşmanın iş hayatında karşılığı olduğu gibi dini, politik alanlarda da farklı şekillerde yabancılaşma durumu yaşanabilmektedir. Örneğin Batı’nın tarihi bir gerçekliği olarak kilise tecrübesi gibi bir inanç/değer zorla ve çeşitli yaptırımlarla benimsetilmeye çalışıldığı zaman dini alanda insanların bir yabancılaşma yaşaması kaçınılmazdır.

Politik alanda yabancılaşma da farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Siyasi otoritenin çeşitli baskıları sonucu görülen bir yabancılaşma biçimi de gözlemlenebilir.

Modernite

Moderniteyi anlamlandırmak için çeşitli kavramların anlaşılması gerekir. Modern dünya, özellikle batıdaki Rönesans ve Reform bağlamında ekonomik, sosyal, dini, siyasi, sanatsal, bilimsel ve sosyolojik bazı değişiklikleri içermektedir. Sosyal bilimlerde herhangi bir olay incelenirken nedenleri iyice araştırılmalı ve hiçbir olayın birdenbire ve tek bir nedenle meydana gelmediği bilinmelidir. Bu bağlamda modernitenin oluşumunu çeşitli açılardan ele alalım. Bilimde (modern bakış açısıyla) lineer-kümülatif bir anlayış vardır. Bu lineer anlayış, bilimde süreç içinde bir birikimin meydana geldiğini ve bu birikimin zamanla arttığını savunur. Pozitivizmi içeren bu görüş aslında modernitenin temelini oluşturmaktadır.

Bilimde modernitenin en önemli özelliğinin “kesin bilgiye dayanmak” olduğu görülmektedir. Bu anlayış içinde yapılan deneyler sonucunda birikim elde edilmekte ve bu sebep-sonuç ilişkisine dayandırılmaktadır. Ayrıca modern anlayışın niceliksel olduğu yani modernite ile birlikte dünya matematiksel olarak algılanmaya başlandığı belirtilmelidir.

Modern dönemden önce nitel-hedef açıklamaları içeren bir bilim anlayışı vardı. Aristoteles bu teleolojinin öncüsüdür ve onun anlayışına göre, mesela, bir elmanın olgunlaştıktan sonra yere düşmesinin nedeni onun doğal yerinin düştüğü yer olmasıdır. Ancak Galileo, Newton ve Copernicus gibi insanlarla birlikte bilimde yeni bir modern dünya algısı ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, nitel olanın yerini nicel olan almıştır.

Modernite, bazı eski kavramların yerine yenilerinin gelmesi olarak açıklanabilir. Bu anlamda nitelik yerini niceliğe, kilise yerini ulus ve halk egemenliği fikrine, teoloji ise yerini büyük ölçüde yasalara bırakacaktır. Bilim anlayışındaki değişimle birlikte dünya merkezli değil, güneş merkezli bir anlayış söz konusu olacaktır. Bu değişim ve dönüşüm, kilise gibi kurumların önemini yitirmesine ve devletin teolojik temellerinin sarsılmasına neden olacaktır. Bu da beraberinde Rönesans ve Reformu getirecektir.

Moderniteye bilimsel bakış açısının yanı sıra ekonomik ve ticari olarak da değinmek gerekir. Batıda hızlı mal akışını sağlayan gemilerin kullanılması, bankacılık sisteminin uygulanması ve kapitalizm adı verilen yeni bir ekonomik mantığın ortaya çıkması, modernitenin ekonomideki yansımaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Modernite ile birlikte tarım toplumu önemini yitirdi ve bu gelişmeler ticaret yollarının güvenli ve emniyetli olmasını gerektirmekteydi.

Bu görsel DeepAI yapay zeka uygulaması ile “solar-centered/heliocentric mentality” keyleri kullanılarak oluşturulmuştur.

Siyasal dönüşüm, modernite ile birlikte değişen ve dönüşen kavramlardan biridir. Modern devlet ve bazı kurumlar böylece ortaya çıktı. Devletin kuruluşunda önceden var olan metafizik unsurların yerini artık ulus, demokrasi ve kurumlar fikri almıştır. Başka bir deyişle, devletin meşruiyetinin kaynağı bir bakıma değişmiştir. Siyasi organizasyon ve otorite derinden değişti. Bu anlamda birey toplumun yerini almaya başlamıştır. Toplum anlayışı, toplum, içinde bireyin bulunduğu bir sistemin benimsenmesine evrilmiştir. Siyasette nitelik niceliğe, teori pratiğe, etik ise reel politikaya dönüştü. Machiavelli bu konuda muhatap alınması gereken kişidir. Çünkü Machiavelli ideal devletin peşinde koşan bir “idealist” değil, var olanla ilgilenen bir “gerçekçi“dir. Bu noktada şunu söylemek önemlidir ki, modernite ile birlikte siyasette “olması gereken” değil “olan” üzerine düşünmeye başladık.

Machiavelli’ye göre ahlak, siyasi arenada olması gereken bir olgu değildir. Onun düşüncesinde devletin Türkçede “Hikmet-i Hükümet” veya “İdari Maslahat” olarak kavramlaştırılan durumları vardır. Devletin içinde bulunduğu bu durumlar, gerektiğinde her türlü ahlaksızlığı yapma yetkisinin devlete verilmesini öngörmektedir.

David Hume

Tarih, bilim, siyaset, toplum, din ve diğer kült alanlarda düşünceler ve akımların ortaya çıktığı ve erken liberal aydınlanma ve temel liberal tezlerin ortaya çıktığı dönemde İskoç aydınlanmasının bir parçasını oluşturan David Hume dönemin önemli isimlerindendir. Öyle ki görünmez el teorisinin mimarı Adam Smith, mantığını David Hume’un “Spontaneous Order” felsefesinden almıştır.

Modern bilim deterministtir. Aynı nedenlerin aynı sonuçları doğurması ve kozalite dediğimiz olgu da aynı şekilde modern olanın özelliklerindendir. Modern dünyada bu şekilde yasalar vardır ve bireyler onları keşfettikçe özgürleşir. Yani gerçeklik denen şey bu yasaların keşfedilmesinden ibarettir. Post-modernite ise moderniteye karşı bir eleştiridir. Modernitenin neden-sonuç bağlamında yaptığı değerlendirmeler post-modernite tarafından eleştirilmiştir. Mesela hakikatin tek boyutunun olduğunu savunan moderniteye karşı post-modernite herkesin kendi hakikatinin olabileceğini söylemektedir. Bu konuda David Hume her şeyin neden-sonuç ilişkiler ağı içine sokulmasına karşı çıkar. O, bunun bir kurgu ve fanteziden öte bir şey olmadığını düşünmektedir.

David Hume faydacı bir bakış açısına sahiptir. Onun değerlendirmesinin temeli sözleşmeci yaklaşıma karşı bir tez mesabesindedir. Ona göre sözleşmecilerin yapmaya çalıştığı gibi devletin nasıl ortaya çıktığını önceden bilebilmek ya da tanımlayabilmek mümkün değildir. Devlet dışında diğer bazı kavramlar da bu şekildedir. Örneğin adalet kavramının önceden tanımlanması David Hume’a göre mümkün değildir. Çünkü ona göre adalet insan davranışları sonucunda ortaya çıkandır. Kısacası David Hume her şeyin insanın yapıp-etmeleri/faaliyetleri sonucunda ortaya çıktığından bahsetmektedir. Devlet, toplum, sosyal hayat, hukuk, adalet, eşitlik ve hatta din de ona göre bu temelde değerlendirilmektedir.

Jean-Jacques Rousseau

Fransız aydınlanması ve devrim sürecinde etkili olan Rousseau neden bu kadar önemlidir bu başlık altında incelenecektir. Ayrıca Rousseau’nun temel tezler, bazı konseptlere ilişkin görüşleri ele alınacaktır. Her şeyden önce Rousseau ile ilgili genel irade (general will) kavramının irdelenmesi önemlidir. Bununla birlikte liberaller ve bireyciler tarafından da savunulan negatif özgürlük kavramının da Rousseau bakımından öneminin anlaşılması gerekmektedir.

Kutsiyet atfedilen, günlük kullanımda milli irade olarak-millet iradesi olarak yer bulan ve literatürde genel irade (general will) olarak var olan kavramın da anlaşılması için sözleşme teorisinin anlaşılması gerekmektedir. Sözleşmecilerin temel tezleri doğal durum (natural state) ile medeni durum (civil state) arasındaki ilişkiden doğmaktadır. Doğa durumu devletin olmadığı, doğal olarak yaşamın devam ettiği durumdur. Sözleşmecilere göre bu ortamın değişmesi ile birlikte medeni duruma geçiş yaşanmıştır. Yani artık devletli bir toplumun varlığından söz edilmektedir.

Sözleşmeciler olan Hobbes, Locke ve Rousseau arasında ayrım doğa-doğal durumun nasıl olduğu konusunda ortaya çıkmaktadır. Hobbes’a göre doğa durumu kötücül ve kaotik olduğundan dolayı insan buradan biran önce kurtulmak ve medeni duruma geçiş yapmak için sözleşme yapmaktadır. Locke ve Rousseau’da ise doğa durumu Hobbes’a göre daha pozitif olarak algılanmaktadır. Doğal durumda insan aslında mutlu ve özgürdür Locke ve Rousseau’ya göre. Rousseau’nun felsefesinin temelinde insan doğasının aslında iyi olduğu söylenebilir. İnsan doğası iyi olmakla birlikte onu yozlaştıran ve kötü şeylere sevk eden toplum ve sosyal çevredir.

Rousseau’ya göre doğal durumun “çekilmez” olmaya başlaması mülkiyetin başlaması ile olmaktadır. Yani mülkiyetin ortaya çıkmasıyla insanlar devlete ihtiyaç duymuştur ve ortak irade böylece ortaya çıkmıştır. Rousseau özgürlüğün yeniden tesis edilebilmesi için genel irade kavramını gerekli görmektedir. Genel irade her bir bireyin iradesini temsil etmekle birlikte ona itaat etmek ise bireyin aslında kendisine itaat etmesi olarak görülmektedir. Genel iradenin meşrulaştırılması bu yolla gerçekleşir.

Rousseau’ya göre eşitsizliğin, doğal durumun yozlaşmasının kaynağının mülkiyet olduğundan bahsettik. Bu noktada özgürlükler ve eşitlik nasıl sağlanacaktır sorusunun cevabı ise sosyal sözleşme (social contract) teorisinin içinde yer bulmaktadır. Rousseau’ya göre sosyal sözleşme karşılıklı hakların belirlenmesi ve sonuçta ortaya çıkan devletin (ya da siyasal otoritenin) de bu anlaşmanın temelinde olmasıdır.

Demokrasi meselesi Rousseau’da tek biçimde uygulanabilecek bir olgudur. O, direkt demokrasiden başka bir demokrasi çeşidi olmadığını düşünmektedir. Bu da aslında Antik Yunan’da uygulandığı iddia edilen ideal bir sistemdir. Rousseau’daki genel irade (general will) demokrasinin kendi içindeki “sıkıntılarını-tutarsızlıklarını” bir anlamda rafa kaldırmak için kabul edilen bir kavramsallaştırmadır. Bilindiği gibi demokrasiler çoğunluk oyuyla oluşur ve bu durum kaçınılmaz bir durumdur. Böylece bazen belki de çoğu zaman (sosyolojik, tarihi vd. realiteye göre önce ya da sonra gerçekleşebilir ama bence eninde sonunda gerçekleşir) çoğunluğun diktatoryası denen durum ortaya çıkmaktadır. Genel irade burada devreye girmektedir ve Rousseau tarafından bu çıkmaza bir çözüm olarak sunulmaktadır.

Sonuç olarak Rousseau burada azınlıkların özgürlüğü başta olmak üzere isteklerini teorik düzlemde çözüme kavuşturmak için böyle bir kavramsallaştırma yoluna gitmiştir.

Thomas Hobbes

Yukarıda bir düşünürün arka planından bağımsız olarak düşünülemeyeceğinden bahsetmiştik. Hobbes’un hayat hikayesi de gerek insan doğasına dair gerekse devletli toplum anlayışı (sözleşme teorisindeki diğerlerinden farklı bakışı) bakımından bir altyapıyı oluşturmuştur. Çünkü Hobbes İngiliz iç savaşını yaşamış ve korkunç olaylara şahit olan bir 17. Yy düşünürüdür. Onun en meşhur eseri Leviathan’da devlete/siyasi otoriteye neden ve nasıl boyun eğilmesi gerektiğini ve ona başkaldırmak mümkün müdür sorularının cevapları bulunmaktadır. Kaos ve kan dökülme riski aslında Thomas Hobbes’un bu konudaki korkularının temelini oluşturmaktadır.

Hükümdara/başa/otoriteye boyun eğme “sorunsalı” ortaçağ öncesi Avrupa’da bir inanç gereği olarak sunulmaktaydı. Ama yeni dönemde hükmedene karşı bir meşruiyet arayışına girildiği ve aslında Avrupa’nın sonrasında büyük değişimlerin de başlangıcı olacak bir sorgulama sürecinden geçtiği söylenebilir.

Hobbes, Rousseau ve Locke sözleşmeciler olarak anılmaktadır. Hobbes diğer iki düşünürde olduğu gibi otoriteye karşı “devrim” yolunun ne şekilde olursa olsun açılmasına sıcak bakmamaktaydı. Onun öngörüsü toplumsal sözleşmeyi geleneksel itaat anlayışı ile birleştiren bir aksiyondur.

Bunun arkasında yatan sebep, doğal durum (natural state) hakkında Hobbes ve diğer sözleşmecilerin arasındaki görüş ayrılıklarıdır. Çünkü Hobbes bu hali kötü olarak değerlendirmekte ve bunu kaotik, çekişmeli ve içinden bir an önce medeni duruma (civil state) geçilmesi gereken bir durum olarak görmektedir.

Bu görsel DeepAI yapay zeka uygulaması ile “leviathan” keywordu kullanılarak oluşturulmuştur.

John Locke

            İngiliz düşünürlerinden olan John Locke sözleşmeci teorisyenlerden biri olarak zikredilebilir. Meşhur eserlerinden “Yönetim Üzerine İki İnceleme” sini hangi olaya atfen kaleme aldığı önemlidir. Bir görüş John’un bu eserini, İngiltere’de 1688 devrimi ile kralın iktidarı kalıcı biçimde sınırlandırıldıktan sonra bu gelişmeyi meşrulaştırmak için yazmış olduğunu ileri sürmüştür. Akademik araştırmaların ilerlemesiyle diğer bir görüş ortaya çıkmıştır ve bu eserin 1680’lerde krala karşı başkaldırıyı meşrulaştırmaya yönelik olduğunu ileri sürmüştür.[2]

İnsanın doğarken sahip olduğu bazı özellikler John Locke tarafından vurgulanmıştır. Özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık gibi olgular varlığın hamurunda olan “şeylerdir” ona göre. Bu özelliği ile Locke sözleşmeciler arasında da farklı bir görüşü temsil etmektedir. Çünkü yukarıda bahsedildiği gibi Hobbes doğa durumunun kötü olduğuna vurgu yapmaktaydı. Locke ise aksine insanın doğa durumunda iyiyi kötüden ayırabilecek potansiyele sahip olduğu gerekçesiyle aslında daha pozitif bir anlayışı temsil etmiştir.

Hükümetlerin oluşum süreçleri John’a göre mülklerin korunmasına yönelik ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Mülkiyet kavramı John Locke’yi anlamlandırmak için kritik kavramlardandır. Şimdi de mülkiyetin John’daki tezahürünü inceleyelim:

John’a göre insanın elinin altında doğanın herkes için sunduğu ortak imkanlar ve mülkler mevcuttur. Emek ise burada mülkiyetin umumdan şahsa geçmesini sağlayan olgudur. Örneğin bir toprak parçası düşünelim. İhtiyacı adedince onu kullanan ve oraya emek veren X oranın mülkiyetine haiz olan kişidir. Y de aynı şekilde X’in ihtiyacından fazlasını kullanmaması varsayıldığı takdirde (teorik düzlem mantığında) kendi emeği ile kendi mülkiyetini elde edebilir. Bu bağlamda Locke’ye göre mülkiyet hakkının sınırını belirleyen ihtiyaçtır.

Daha önce sözleşmeciler arasında defalarca ismi geçen John Locke iktidarın meşruiyeti ve “devrim / boyun eğme” ikileminde Hobbes’tan ayrılmaktadır. Locke’ye göre “sözleşmenin iktidar tarafı” (Locke’de yazılı bir toplum sözleşmesinden bahsetmiyoruz) güven vermeli, halkını gözetmeli ve elbette yasalara uygun davranmalıdır. Meşruiyetini oluşturan siyasal otorite bunları yapmakla yükümlü olandır. Aksi takdirde bunu gerçekleştirmeyen iktidara karşı “devrim” yolu açıktır.

Online İçerik Kaynakçası:

[1] https://youtu.be/DfGs2Y5WJ14

[2] https://youtu.be/cH7Ddd4FnqQ

Enes Bera Koşar

Avatar photo

Enes Bera Koşar

Istanbul Medeniyet Univ. Political Sciences Balkan Studies eneskosar00[at]gmail.com


Geribildirim

Mail adresiniz gizli kalacaktır.


Biz Kimiz?

Gayemiz, asırlardır mirasçısı olduğumuz medeniyetin gelişimine katkı sağlamak adına kurduğumuz ilim halkasındaki ilmî faaliyetleri geniş kitlelere ulaştırmaktır.

Cemiyetimizde, genç ve hareketli yazar kadromuz ile Siyaset, Hukuk, Ekonomi, Sosyoloji, Edebiyat ve Tarih gibi ilmî alanlarda gerek akademik gerekse de gündeme ilişkin yazılar kaleme alınmaktadır.


İletişim


Küçük Çamlıca Mahallesi, Filiz Sokak, No:3
Üsküdar/İstanbul