İSA YILMAZ İLE SERMAYE VE AHLAK ÜZERİNE SÖYLEŞİ | İlim ve Medeniyet

Söyleşi: Ozan DİLEK – Uğur DEMİREL

29 Mayıs Üniversitesinde Öğretim Görevlisi olarak çalışan ve İslam İktisadı uzmanı İsa Yılmaz ile sermaye ve ahlak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Ekonomi ve ahlak ilişkisi, faiz, faizin İnsanların birbirine güveni yahut güvensizliği ile ilişkisi, sermayenin küresel ölçekte nasıl anlaşılacağı, İslam’ın sermayeye nasıl yaklaştığı söyleşide konuştuğumuz konulardan.

 

İlk soruyla başlayalım. Ekonomi ve ahlak birbiriyle ilişkisi bağlamında nasıl değerlendirilmelidir?

Bu iki kavramın birbirleriyle çok yakından alakalı olduğunu tarih bize özellikle modern öncesi dönemin tecrübeleriyle öğretmektedir, fakat modern dönemde ekonomi ve ahlak birbirinden soyut ve bağımsız alanlarmış gibi düşünülen iki kavram haline gelmiştir. Özellikle ekonomi düşüncesi, modern dönemde, evrensel ve alternatifsiz bir sistem olma iddiasıyla ana akım iktisat anlayışı ile daraltılmıştır. Bu zihniyetin tezahürü olarak, ekonominin temel işleyişini, mekanizmasını, fonksiyonunu belirleyen hususlarda herhangi bir değerin dahili olmadığı güçlü bir şekilde iddia edilir. Bu yüzden ekonomi, ana akım iktisatta, klasik iktisattan itibaren ‘değer-bağımsız’ bir sistem olarak görülür. Yani ister İslami değerler olarak ister herhangi bir toplumun kabul ettiği ortak değerler olarak bakalım, bunlar hiçbir şekilde ekonominin kuramsal temellerine dahil edilmez ve hiçbir geçerliliği yoktur. Bu anlamda ana akım iktisat, genel olarak ahlaktan, özelde toplumların benimsediği normlar, örf, adet ve değerlerden bağımsız bir alan olarak kabul edilir. Fakat bu son dönemdeki iktisadi zihniyet bizi yanıltmaması gerekir.

Modern öncesi döneme gittiğimiz zaman tarihin önemli bir kısmında ekonomi ve ahlak, sadece ekonomi de değil hayatın diğer alanları olan siyaset, hukuk, edebiyat, antropoloji bugün modern disiplin olarak kabul ettiğimiz hiçbir alan, ahlaktan bağımsız değildi. O yüzden ahlakı konumlandırırken onun insanlar tarafından ortak olarak kabul edilmiş değer yargılarının kendi hayatlarına yansıması olarak düşünmemiz gerekiyor. Örneğin, ben bu toplumda yaşayan bir bireyim ve benim bireysel ve toplumsal hayatımda doğal olarak ortaya çıkan iktisadi ilişkilerim var. Peki bu ilişkileri nasıl sürdüreceğim? Yani ben birinden borç isterken hangi değerler sistemine bağlı olarak bu borç ilişkisini kuracağım? Veya yatırım yapacağım zaman bu yatırımın şartlarını hangi prensipler üzerine kuracağım? Burada hemen karşımıza karşı tarafı dolandırmama, dürüst olma ve yalancılık yapmama gibi erdemlere dayalı ilkeler çıkar. Peki ben bu ilkeyi nereden çıkarıyorum? Belli bir ahlaki birikime dayanarak, değil mi? Sadece İslam’da değil diğer dinlerde veya seküler toplumların benimsemiş olduğu kendi ahlaki yapılarında da benzer şekilde iktisadi davranışlarda bir ahlakilik unsuru vardır. O yüzden ekonomi ve ahlak ilişkisi bu anlamda iç içe geçmiş bir ilişkidir. Yani biri diğerinden somut bir şekilde ayrıştırılamaz. O kadar bütünleşmiştir ki, ahlak ekonomiye yön vermiştir modern öncesi dönemde, ki normatif düzlemde böyle bir ilişki biçiminin oluşması gerektiğini söyleyebiliriz. Fakat modern döneme geldiğimizde bu ilişki tamamen birbirinden ayrıştırılmış, ekonomi ve ahlak tamamen başka iki alan olarak görülmüştür. Ekonominin bu anlamda ahlaki bir unsur barındırması mümkün görülmemiştir. Özellikle son 20-30 yıldaki trende baktığımızda da iktisadi sistemin tamamen değerlerden bağımsızlaştırılıp mekanikleştirilmesi sürecinin başladığını görürüz. Bugünkü ekonometri, istatistik gibi alanların ekonomi bilgisinde çok çok önemli bir konuma gelmesi, bir iktisatçının ekonometri ve istatistik bilmeden mezun olmasının olumsuz karşılanmasının altında yatan saiklerden bir tanesi bu anlamda ekonominin mekanikleştirilerek sosyal bilim olmaktan uzaklaştırılması, yani fizik ve kimya gibi doğal bilimlerin nicelik ve teknik boyutlarına indirgenmesidir. Bir adım sonrasının sayısal ve teknik verilerle tahmin edilebildiği ve ispatlandığı ekonomi anlayışında doğal olarak ahlak gibi sübjektif bir değerler bütününün yer alamayacağını görebiliriz.

Son dönemde Nobel ekonomi ödüllerini matematikçilerin kazanmasını da buna mı bağlamalıyız?

Tabi, tabi, kesinlikle öyle, zira neoklasik iktisadın şu anki yöneldiği alan bu. Bu yüzdendir ki hem akademik çevreler hem de iş sahası mühendislik, matematik, fizik gibi sayısal bilimlerde lisansını tamamlamış, sonrasında ekonominin bir alt dalı olan finans alanında master ve doktora yapmış bireyler yetiştirmeyi teşvik etmekte ve onlara daha fazla istihdam alanı sağlamaktadır. Neoklasik iktisat bugün etkisini ciddi manada görebildiğimiz iktisat okullarından bir tanesidir ki sistem anlayışını tamamen ahlaktan arındırmış bir zemine oturtmuş düşüncedir. Neoklasik iktisatın öncülerinden biri, tamamen matematiğe ve mekaniğe dayalı bir iktisadi sistem inşa etme çabası içinde olan Lionel Robbins’tir. Bugün üniversitelerde ekonomi bölümlerinde evrensel ve mutlak doğruymuş gibi öğretilen iktisat teorilerinin birçoğu aslında ahlaktan yoksun ve ahlaki değerleri piyasa insafına bırakılmış neoklasik iktisat anlayışının bir parçasıdır, ve açık biçimde eleştiriye açık öznel doğrulardır.

Peki ekonomi ve ahlak, bu kadar birbiriyle sıkı ilişki içerisindeyken bizim ahlakı mı yoksa ekonomiyi mi önceleyeceğimiz sorusu beraberinde gelir ve bu sorunun cevabı olarak da biz ahlakın bizi ilgilendiren tarafıyla İslam ahlakının ekonomiyi, onun sistemini ve işleyişini şekillendirmesini bekleriz. Bu doğrultuda İslam’ın ekonomiyle doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki türlü bağı vardır diyebiliriz. Örneğin Allah Kuran’da der ki ‘faize bulaşmayın’. Dolayısıyla biz burada doğrudan bir müdahale görürüz ve onun hikmetleri üzerine düşündüğümüz zaman faizin toplumda adaletsiz bir sistem inşa etme yolunda önemli bir araç olduğunu ve haksız kazanç doğurması faktörlerini ön plana çıkarırız ki bunlar tamamen ahlaki kaygılardır. Benzer şekilde kumar ve aşırı belirsizlik içeren ticari akitlerin yapılmaması da ahlaki kaygılarla norma haline gelmiş İslam’ın doğrudan ekonomik hayata müdahale ettiği ve yönlendirdiği hususlardır. İşte kesin delillerle sınırları belirlenmiş iktisadi prensiplerin ötesinde bireyin tercihine ve dolayısıyla sorumluluğuna bırakılmış İslam’ın ekonomiye dolaylı yönden etki ettiği kocaman bir alan vardır. Bu dolaylı alan o kadar geniştir ki, bu alandaki iktisadi davranışları belirlemesi gereken ölçüt ahlakla yakında ilişkilidir. O yüzden İslam’ın ekonomiyle olan ilişkisini ikiye ayırdığımızda doğrudan ve dolaylı bağlantılardan bahsediyoruz ve dolaylı bağlantı bizim asıl etkinlik alanımızı oluşturuyor. Zaten bütün problemler de burada başlıyor. Mesela “güven” dediğimiz husus iktisadi sistemde çok önemli bir husustur. Peki güveni geriye doğru baktığımız zaman neyle ilişkilendiririz, ahlakla değil mi? Karşı tarafa güven vermek, iktisadi bir davranışta karşılığı ahlaklı olmanın gerektirdiği bir eylemdir. Ahlaklı olduğunuz için karşı tarafa güven verirsiniz.

Güvenle faizi ilişkilendirebilir miyiz?

Kolaylıkla ilişkilendirebiliriz. Faiz, risksiz getiri demektir; herhangi bir risk kaygısı gütmeden borç veren için net bir getiri elde etmenin garantilenmesi demektir. Karşılıklı güvene dayalı bir ortaklık biçimi üzerinden ticarete girişmeyi ele alalım. Burada ticari kazanç temelde her iki taraf için güvenin yerleşmesi sonucu elde edilir. O yüzden güven varsa eğer ortaklığa girişiyorsunuz, riski de getirisi de yüksek bir ticaret yapıyorsunuz. Fakat bugünkü risk toplumunda gündelik ilişkilerden tutun da iktisadi ilişkilere kadar toplumun işleyişini riskin belirlediği yapı mevcut. Böyle bir toplumda riskten kaçınmanın bir boyutu olan faizin ön plana çıkması da oldukça normal aslında. Böylesi bir toplum tipinde ortaklığa girişmiyorsunuz, elinizdeki sermayeyle bankaya geliyorsunuz, sermayeyi faiz üzerinden kullanarak risksiz, garanti bir gelir elde ediyorsunuz. Bu anlamda güvenle faizin böyle ters bir ilişkisi vardır. Ayrıca, karşılıklı güvenin yüksek olduğu toplumlarda ticari ilişkiler çok daha aktiftir. O yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tesis etmeye çalıştığı hedeflerden bir tanesi de güven toplumu oluşturmaktır. Güven toplumu oluşsun ki bu aynı zamanda sizin yan komşunuzla kurduğunuz ilişkide de size bir iç huzuru ve rahatlık versin. Beraberinde ticari ilişkilerde de bir rahatlık oluştursun sizin için. Bu anlamda, güvenin ekonomideki önemini biz geri planda ahlaktan alıyoruz. Ahlak merkezi bir rol oynamalı ki onun yansıması olarak toplumda karşılıklı güven tesis edilsin. Ekonomide oluşan birçok kural aslında güven eksikliğinden dolayı oluşur. Devlet bireye güvenmiyor, birey devlete güvenmiyor, birey içinde bulunduğu topluma güvenmiyor ki sürekli kurala dayalı bir mekanizma oluşturuluyor. O yüzden bu kurallar beraberinde bireylerin normalde ahlaklı olmaktan dolayı tesis edecekleri davranışları zorunlu olarak şekillendirmeye başlıyor.

Modern ve modern öncesi ekonomi, sermaye ve ahlak ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz?

Ekonomi ve ahlak ilişkisinden bahsettikten sonra sermaye meselesine geldiğimizde, sermaye çok yönlü bir kavram olarak bugünkü iktisatçılar tarafından tartışılmaktadır. Özellikle İslam’ın değerlerine dayalı bir iktisadi sistem oluşturma ve inşa etme hedefinde olan kimseler tarafından da benzer şekilde tartışılıyor. Bu tartışmalar temelde ‘sermaye’, ‘sermaye oluşturma’, ‘sermaye biriktirme’ eylemlerinin İslam’ın değerleriyle çatışıp çatışmadığı ekseninde değerlendiriliyor. Sermayenin niteliği tartışmaları antikapitalistler veya diğer uçta ahlaklı kapitalistler gibi farklı oluşumlar ortaya çıkıyor. Öncelikle şunu söyleyelim, sermayenin bizatihi kendisi İslam’ın değerlerine ters bir olgu değil. Aslolan sermayeye nasıl yaklaştığımız. Mal ve servet edinme eğer kerih görülen bir şey olsaydı, İslam tarihinde birçok sermaye sahibi olan, toplum içinde kendisinin malı, serveti diğerlerinden daha fazla olan insanların hepsine ‘bu kimseler İslam’ın temel değerleri ile çatışıyor’ diyecektik. Hz. Osman’ı, Hz. Ömer’i, Hz. Ebubekir’i örnek verelim, sahabe dönemi ve sonraki dönemde birçok kişi için az önceki yanlış sermaye anlayışını benimseyecek olursak böyle bir hataya düşecektik. O yüzden sermayeye nasıl yaklaştığımız asıl meseledir. Bizim İslami açıdan inkâr ettiğimiz şey sermayenin kendisi değil, sermaye tapıcılığı veya mala olan tapıcılık. Malla kurduğumuz ilişkide, bizim amaçladığımız şeyleri gerçekleştirmek üzere sermayenin bir araç olarak kullanılmasından ziyade sermayenin bizatihi amaç haline gelmesidir asıl problem. Aynı şekilde, Kuran’da Tekasür suresinde geçtiği gibi mal biriktirme, mal yığma ve bunun bir hırsa dönüştüğü sermaye anlayışını inkar ederiz. Yoksa, sermayesini helal yoldan kazanıp bir süre sonra bu sermayenin doğal olarak bir birikim oluşturması ama sürekli ekonominin içerisinde dinamik bir şekilde harcanması sorun teşkil edecek bir süreç değildir bizim açımızdan. Neden? Çünkü, o sermaye ile birlikte siz kendinizi, ailenizi madden ve manen geliştirmiş oluyorsunuz ve içinde bulunduğunuz toplumu da kalkındırmış oluyorsunuz. Bunu yaparken de sermaye, mal ve servet nasıl adlandırırsak adlandıralım, bizim için kutlu bir amacın gerçekleştirilmesinde bir araç olmanın ötesine geçmiyor.

Zekâtın varlığı da zaten sermaye ve refahtaki farklılaşmanın kabulü değil midir?

Tabi aynen öyle. Yani bizim amaçladığımız şey materyal düzlemde bir eşitliğin oluşturulması değil, herkesin eşit gelire sahip olduğu, kimsenin kimseyi bu anlamda maddi olarak geçmediği bir şey değil. Bunun için, adalet fikrini maddi temellere dayandırıp gelir farklılaşmasının bireysel ve toplumsal düzeyde oluşacak adaletsizliği ölçen bir kıstas olmasını reddediyoruz. Bu manada yapılan tartışmalarda sermayenin sürekli bu kadar problem olarak dile getirilmesinin arka planında, materyalist düşünceye saplanıp kalmanın bir etkisinin olduğunu düşünüyorum. Yani sermayeyi o kadar merkeze koyuyoruz ki bireyler arasındaki maddi refah farklılıkları bizim için çözülmesi gereken temel sorun haline geliyor. Halbuki, sermaye bizim için daha önce bahsettiğimiz hedefi gerçekleştirmede bir araç olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Bu yüzden eğer sermayenin elde edilmesi helal ve meşru yoldan olduysa; birikimi ve artması, harcanması, bu sürecin tamamı meşru yoldan elde edildiyse ortaya çıkan netice sosyal adaletle zıtlık içermez. Bu yönleriyle ahlak da sermayeyi şekillendiriyor aslında. Sizin mal edinmenizi, servet edinmenizi şekillendiriyor. Mesela mal kazanıyorsunuz ve biriktiriyorsunuz, hemen sahip olduğunuz servet üzerinde ahlaki müeyyideler devreye giriyor. Belli ahlaki prensipleri benimsediğiniz için sizin servetinizin artması, azalması, kullanılması, bütün her şey o ahlaki prensiplere göre oluşuyor. Zekât bunlardan biri, sadaka vermek bunlardan biri, infak etmek bunlardan biri. O yüzden batı dünyası, bizim içinde bulunduğumuz toplumu veya bizim ahlak ve sermayeyi nasıl bütünlediğimizi anlayabilecek idrak seviyesinde değil.

Tekrar ahlak ve ekonomi ilişkisine dönersek, İslam bu ikisini nasıl bir bütünlük içinde değerlendirir?

Modern öncesi dönemdeki iktisat ve ahlak ilişkisi birbiriyle bütüncüldü. Yani toplumun benimsediği değerler, normlar ve prensipler uyarınca ekonomik sistem belirleniyordu. Ekonomik sistem kendi kendine işleyen bir mekanizma değildi. O yüzden toplumsal hayat ve ekonomi bir bütün olarak ele alınıyordu ve iktisadi hayat da diğer alanlardan bağımsız değildi. Yani bizim bugün ekonomi dediğimiz alanın spesifik, sınırları belirlenmiş bir alan olması aslında çok modern bir olgu. Nasıl modern bir olgu? Mesela sosyoloji bir disiplin, değil mi? Ekonomi bir disiplin, siyaset bir disiplin. Halbuki, biz siyasetten veya sosyolojiden bağımsız bir ekonomi anlayışı ortaya koyamayız. Çünkü ekonominin merkezinde insan var, insan davranışı var. İnsan davranışını siz sadece iktisadi bir olgu olarak tanımlayabilir misiniz? Tanımlayamazsınız. Bu aynı zamanda sosyolojik bir olgudur, aynı zamanda siyasi bir olgudur. Bunlar birbiriyle o kadar geçişken ki aslında, modern öncesi dönemde bu sınırların kalktığı bir anlayış var. O yüzden modern öncesi dönemde biz, saf bir ekonomiden bahsedemeyiz ki bu dönemdeki kitaplara bakalım, saf bir iktisat kitabı göremezsiniz, bir yönüyle onlar aynı zamanda sosyoloji kitabıdır. Bir sosyolog baktığı zaman sosyoloji kitabı olarak görür, bir iktisatçı baktığı zaman iktisat kitabı olarak görür. Bu anlamda, az önce bahsettiğim, bugünkü disiplinlerin birbiriyle bütünleşmiş olduğu bir alanın hakimiyetinden bahsediyoruz. İşte tüm bu alanlara hükmeden veya bu alanların nasıl işleyeceğini sistematik olarak belirleyen şey ahlaktı. İslam toplumunda da ahlakın temeli Kuran’a dayanır. O yüzden bireysel ve toplumsal kalkınma temel hedef olarak belirlenir. Yani kişi bireysel hayatında maddi ve manevi olarak kalkınmayı beklerken aynı zamanda felahını da arttırmayı bekliyor. Felahtan kastımız insanın bu dünyada ve ahirette Kuran’ın tanımladığı o mutluluğa ulaşması. Biz bunu felah diye açıklıyoruz. Ezan okunurken “hayye ’alel felah” diyoruz ya tam olarak kastımız o. İktisadi hayat da bireyin felaha ulaşması için bir araç olarak düşünülüyor. Felahın tesis edilmesi başlı başına yeterli midir, değil; bununla beraber ihsan kavramı da var. Benim bu dünyada hem madden hem de manen gelişmem gerekiyor ama beraberinde başkalarını da kalkındırmam gerekiyor; o yüzden bireyci bir anlayışın ötesinde toplumcu bir anlayış var burada yani ben madden ve manen gelişirken benim yanımda bulunan komşum da annem babam da ailem de bir sonraki halka yakın çevrem, bunu mümkün olduğunca genişlettiğimiz zaman en geniş halka olan ümmetle beraber, kalkınması gerekiyor. Modern öncesi dönemdeki Müslüman toplumlarda böylesi bir harmonik bir büyüme modeli var. Modern dönemde ekonomi kendi kendine gelişen bir sistem kendi kendine işleyen bir sistem haline geliyor ve ahlakın yerini piyasa ahlakı almaya başlıyor. Piyasanın ahlakını oluşturan şey ise fiyat mekanizmasıdır. Arz ve talebin kesiştiği yerde fiyatlar oluşur ve sosyal adaletin bu iki doğrunun kesiştiği yerde tesis edildiği düşünülür. Ayrıca, her şey verimlilik esası üzerine kuruluyor verimliliği artıran ne varsa ona göre bir fiyat belirleniyor. Sermaye sahibi olanlar bu ahlakın çerçevesini belirliyor ve sermayenin emeğe tahakkümü bu anlamda oluşuyor. Birey tipi olarak da hazcı, kendi çıkarını düşünen ve faydasını maksimize etmeye odaklanmış homoeconomicus olarak tanımlanan bir birey tipi oluşuyor. Bu birey tipi modern öncesi dönemdeki felah ve ihsan dengesinde hareket eden birey tipinden çok daha farklı bir modeldir.

Sermaye hareketlerini nasıl anlamalıyız? Küresel ölçekte sermaye hareketleriyle gelir adaleti arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?

Bugünkü sermayenin önemli bir kısmının sayılı ailelerin elinde olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek. Sermaye özellikle küresel dünyada sadece ulusal sınırlar içerisinde hareket etmiyor. Mesela, Türkiye’deki sermaye Türkiye’nin sınırlarında kalmıyor; özellikle teknolojinin bu denli hızlı geliştiği bir dünyada şu an Türkiye’de olan bir sermaye 1 dakika sonra Singapur’a hızlı biçimde transfer edilebiliyor. Bu yüzden mal ve para transferleri baş döndüren hızda gerçekleşiyor. Ciddi bir sermaye hareketliliği olduğu vakıa, fakat ‘bu hareketlilik acaba kaç farklı ele ulaşıyor?’ sorusu önemli. Günün sonun da eğer aynı sermaye belli eller de toplanıyorsa burada bir sorun var demektir. Kuran’ın bahsettiği 2mal ve servet aranız da sadece belli kimselerin elinde dolaşan meta haline gelmesin’ uyarısı beraberinde sermayenin mümkün olduğunca fazla değişik ellerde dolaşması gerektiği düşüncesini doğuruyor. Ama bugünkü dünyada sermaye çok kısıtlı kimselerin elinde dolaşıyor. Biz tüketici kısmıyla baktığımızda aslında çok farkına varmıyoruz ama orta ve büyük ölçekli üreticiler olarak düşünürsek sermayenin nasıl günün sonunda aynı kimselerin eline artarak geçtiğini görebiliyoruz. Veriler de bize gösteriyor ki küresel ölçekteki sermayenin %99’u %1’lik bir kesimin elinde iken geriye kalan %1’lik sermaye dünya nüfusunun %99’u arasında paylaşılıyor. Hatta %1’lik kesimi daha da açarsak, küresel sermayenin %99’unun 50-60 kişi tarafından sahip olunduğu ve yönetildiğini görürüz. Dolayısıyla, biz aslında küresel sermayenin çok hareketli olduğunu düşünüyoruz ama bu hareketlilik belli eller çerçevesinde gerçekleşiyor. Peki, bunun gelir adaletine olan etkisi nedir? Verdiğimiz rakamlar uyarınca da anladığımız gibi ciddi bir gelir adaletsizliği var ve tabiri caizse makas gittikçe açılıyor. Çünkü sosyal adaleti ayakta tutacak bir iktisadi anlayış yok. Bugünkü hâkim olan iktisadi düşünce de tam tersine adaletsizliği arttırıp teşvik etmektedir. Bu da temelde çok uluslu şirketler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bugün marketlere gittiğimiz zaman belki yabancı markalar çok dikkatimizi çekmiyor ama farklı birçok markanın özünde hangi şirkete ait olduğuna baktığımız zaman çoğu faklı ülkelerde faaliyet gösteren aynı şirketler bünyesinde pazarlanıyor. Örneğin bir A markası Singapur’da da, Türkiye’de ve Afrika’nın en ücra köyünde de aynı anda pazarda yerini bulabiliyor ve pazarda tekel olarak fiyatları belirliyor. Gıda sektöründen tutun da tekstil sektörüne, teknoloji sektörüne de hepsinde hakimler. Çok uluslu şirketler bugünkü manada kapitalizmin asıl taşıyıcılarıdır. Bunlar küresel sermaye hareketlerini yönlendirmektedirler.

Sermayenin bu denli küreselleştiği dünyada siyasetin ekonomik faktörleri belirlemesinde yaşana dönüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Bu aslında siyaset ekonomi dengesi tartışması. Bir ülkenin ekonomik sistemini ve politikalarını belirleyen yerel siyaset midir, yoksa küresel bir ekonomik güç ülkenin tüm ekonomik dinamiklerini şekillendiriyor mu? Bugün Dünya Bankası ve IMF’nin gelişmekte olan ülkeler üzerindeki rolüne baktığımız zaman siyaset ekonomi ilişkisinin karmaşıklığını ve bu soruya net bir cevap veremeyeceğimizi görürüz. Örneğin IMF bir ülkeye yardım yapacağı zaman mevcut hükümetlere belirli şartlar koşar.  Mesela, Avrupa Birliği ile uyumlu yasalar geliştirmediğiniz sürece maddi yardımlara devam etmeyebilir. Dünya Bankası ve IMF’ye biz Bretton Woods kurumları diyoruz.  Bunlar az önce bahsettiğim çok uluslu şirketlerle birlikte küresel sermaye hareketlerini kontrol eden iki önemli uluslararası kurumdur. Bu kurumlar yerel siyaseti de belirliyor yeri geliyor, yerel ekonominin işleyişini de belirliyor. O yüzden siyasi kurumlara özellikle gelişmekte olan ülkelere çok fazla alan açmıyorlar. İktisadi sistemi bu anlamda geliştirecek veya gelir adaletsizliğini azaltacak bir etki alanı maalesef bırakmıyorlar. Tam tersi devletler de bunu gördükleri zaman yani karşılarında kocaman küresel şirketler var ve onları koruyan bazı kurumlar var.

İslam tarihinde sermaye nasıl değerlendirilmiştir? Sermaye birikimi bizde nasıl olmuştur?

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor. Başta söylemiştik sermaye bizim için sorunlu bir fenomen değil. Yani sermayenin kendisine problem olarak bakmıyoruz. Bu argümanı destekleyecek bir hadisten bahsetmek de yerinde olacaktır: ‘salih kişi için salih mal ne güzeldir’ diyor Peygamber Aleyhisselam. Yani salih mal diye bir kavram var bizde. Malın salih olması var. Nasıl oluyor bu? İşte İslam tarihinde bunu birçok örnekle görüyoruz.  Bu anlamda sermaye birikimi ve bunun tutku haline gelmesini önleyici politikalar geliştirmek adına Osmanlı’dan birçok örnek verilebilir. Zekât ve faizin toplumsal açıdan değerlendirilmesinden bahsettik. Bunlar dışında piyasayı düzenleyici bir mekanizma olarak Hisbe kurumu var. Benzer şekilde, sosyal adaletin tesisinde ortaya çıkarılan kurumlar olarak esnaf ve lonca teşkilatlarını düşünebiliriz. Beraberinde Ahilik ve vakıf kurumları var. Bunların her birini sermaye birikimi çerçevesinde düşünmek gerekiyor. Meşhur Osmanlı iktisatçısı Mehmet Genç’in bir eserinde Osmanlı’nın sermaye birikimine nasıl yaklaştığı ile alakalı güzel bir örnek verilir. Osmanlı sermayenin belli ellerde toplanmasının önüne geçmek amacıyla somut bir politika yürütür. Mesela ziraat alanında Osmanlı şöyle bir politika belirler: hiç kimse toprak üzerine özel mülkiyet sahibi olamaz, fakat kirasını vermek koşuluyla toprak üzerinde ekme ve biçme yapabilir. Toprağın kiralandığı bu alanlar da mümkün olduğunca fazla kimseye verilir ve sınırlı sayıda bir alanla gerçekleşir. Orta ölçekli çiftçinin işleyebileceği topraktan daha  fazlası o kimseye kiralanmaz. Yani, büyük toprak sahipleri sınıfı oluşmasına hiçbir zaman müsaade edilmez. Böylece, toprak mahsulleri üzerinden gıda sektöründe bir sermaye birikimi ve tekel tehlikesinin önüne geçilir ve burada oluşacak rant mümkün olduğunca dağılır. İkinci olarak Osmanlı’da şehirdeki iktisadi faaliyetlerde sermaye birikiminin önüne geçilmesi için ayrıca bir politika belirlenerek esnaf ve lonca teşkilatı oluşturuluyor. Bugün iktisadi hayatta birey piyasa içerisinde yalnız bırakılmıştır ve Sosyal Darwinizm uyarınca kendi çabalarıyla ve gücü oranında ayakta kalmaya çalışır. Halbuki çok uluslu şirketlerin bu denli hâkim olduğu bir iktisadi düzende bireyin tek başına bir üretici veya tüketici olarak ayakta kalabilmesi çok zordur. Halbuki, esnaf ve lonca sistemi sayesinde ve bir lonca teşkilatının üyesi olması hasebiyle birey piyasa içerisinde yalnız bırakılmaz. Kendisi pazarda herhangi bir haksızlıkla karşılaştığı zaman direkt mensubu olduğu teşkilata başvurabilir ve haklı olduğu müddetçe kendisine oradan destek sağlayabilir. O yüzden esnaf ve lonca teşkilatlarının özellikle iktisadi faaliyetlerde toplumsal dayanışmayı arttırıcı bir rolü vardır diyebiliriz. Üçüncü bir alan da daha genel manada makro öçlekli iktisadi faaliyetlerdir. Burada sermaye birikiminin önüne geçmek için de özellikle vakıflar kullanılmış, ki vakıflar bireysel mülkiyet, devlet mülkiyet ve toplumsal mülkiyet diye üçlü tasnif yaparsak, toplumsal mülkiyet kategorisindedir. Bu sayede vakıflar yoluyla sermayenin dağılımı, amme hizmetleri, eğitim, bireysel ve toplumsal kalkınma gibi gayelerin tümü gerçekleştirilmeye çalışılır.

Son olarak şu hususu da belirtip röportajı neticelendirelim. Sermaye ve ahlak ilişkisi ekseninde bahsettiğimiz tüm bu olumsuz duruma karşın bugün ne yapmak gerekiyor? Verilmesi gereken ilk cevap bireylerin ilk aşamada kendi çabasıyla nefislerinde olanı değiştirmesi gerektiğidir. Peki bu yeterli midir, değildir. Toplumsal değişme de beraberinde gerçekleşmesi gerekir. Peki bu toplumsal değişme nasıl gerçekleşecektir? Bunun için sivil toplum örgütlerinin geliştirilmesi gerekiyor ki sivil toplum örneklikleri bu anlamda sermayenin belirli ellerde hareketlerini önleyici sistem inşa etmede öncü roller edinsinler.

 

Kaynak: Genç Öncüler Dergisi Temmuz 2018 Sayı:132, Sy,14-21

 

 

Avatar photo

Ozan DİLEK

Adil sistemin peşinde bir iktisatçı, şarkın tınısının peşinde bir müzisyen. [email protected]


Geribildirim

Mail adresiniz gizli kalacaktır.


Biz Kimiz?

Gayemiz, asırlardır mirasçısı olduğumuz medeniyetin gelişimine katkı sağlamak adına kurduğumuz ilim halkasındaki ilmî faaliyetleri geniş kitlelere ulaştırmaktır.

Cemiyetimizde, genç ve hareketli yazar kadromuz ile Siyaset, Hukuk, Ekonomi, Sosyoloji, Edebiyat ve Tarih gibi ilmî alanlarda gerek akademik gerekse de gündeme ilişkin yazılar kaleme alınmaktadır.


İletişim


Küçük Çamlıca Mahallesi, Filiz Sokak, No:3
Üsküdar/İstanbul